“Sahne Sanatlarında Cinsel Taciz” - Röportaj (1. Bölüm)



Bana yönelik cinsel taciz ve cinsel saldırı iddialarından 6 ay önce Temmuz 2020’de Tiyatro Medresesi’nde bir görüşme gerçekleştirmiştim. "Ayşe" ve "Ahmet"in de yakın arkadaşı olan bir yüksek lisans öğrencisi hazırladığı “Sahne Sanatlarında Cinsel Taciz” konulu yüksek lisans tezi için birçok tiyatro insanıyla görüştü. Bu görüşmecilerden biri de bendim. 

Görüşme iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölüm benim tiyatro yaklaşımım üzerine, ikinci bölüm ise tezin konusu olan sahne sanatlarında cinsel tacize yoğunlaşıyor. Hakkımda herhangi bir suçlama yokken konuya nasıl baktığım bu görüşmeden anlaşılacaktır.  Aşağıdaki metin görüşmenin ilk bölümüdür. 

Normal koşullarda görüşme kaydı üzerine görüşmeyi yapan kişi eksik kalmış bazı noktaları daha sonra ekleyebilir, bazı konuşmaları çıkarabilir. Ancak bu görüşmeyi bazı gereksiz tekrarları çıkarmak ve düşük cümleleri düzeltmek dışında yapısal bir müdahalede bulunmadan yani yeni bir şey eklemeden ve değiştirmeden yazıya aktardım. Görüşmeyi yapan yüksek lisans öğrencisi Medrese’de bulunduğu sırada daha sonra bana ve Medrese’ye yönelik kampanyanın baş aktörlerinden olmuş olan Güray Dinçol, Erkan Uyanıksoy, Elif Temuçin ve Nesrin Uçarlar ile de bu konuyla ilgili görüşmeler yapıp kayıt aldı. Umarım herkesin görüşmeleri yayınlanır ve konu daha derinlemesine tartışılabilir. 




-Prosedürlerle ilgili size bir iki bir şey söylemem gerekiyor. Bu araştırma … Üniversitesi, …Bölümünden yüksek lisans tezi olarak çıkacak. Dediğim gibi, daha sonra yazıya dökülmesi için kayıt altına alıyorum. Bütün sizin kimliğinize dair, buraya, mekâna, herhangi bir şeye dair her şey anonimleştirilecek. Hiçbir yaptırım süreci falan olmadan, istediğiniz zaman araştırmadan çekilme gibi bir şansınız da var, öyle bir hakkınız da var, onu da belirtmek istiyorum. Bu bilgiler dahilinde, gönüllü olarak hiçbir baskı altında kalmadan katılmayı onaylıyor musunuz?


Celal Mordeniz: Evet.


-O zaman başlıyorum.


Celal Mordeniz: Lütfen.


-Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Yaşınız kaç? Nerelisiniz?


Celal Mordeniz: Yaşım kırk sekiz. Şu an Şirince’liyim Tiyatro Medresesi’nde yaşıyorum. Daha önceki yerleri de saymamı ister misiniz? 


-Ailenizle beraber mi yaşıyorsunuz?


Celal Mordeniz: Evet, eşim ve iki çocuğumla ve arkadaşlarımızla birlikte burada yaşıyoruz. Tiyatro eğitmeni ve yönetmeniyim. Felsefe mezunuyum lisanstan. Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji’den de doktoram var. Evet, bu kadar söyleyebilirim.


-Sanırım daha önce burada yaşamıyordunuz. Sanırım burası kurulduktan sonra burada yaşamaya başladınız.


Celal Mordeniz: Evet.


-Biraz buranın kuruluş hikayesinden bahsedebilir misiniz?


Celal Mordeniz: Tiyatroya Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nda başladım 1991 yılında. 2000 yılında okuldan da mezun olunca gruptan ayrıldım ve Seyyar Sahne’yi kurduk arkadaşlarımla birlikte. 96’daki kuruluşunda da bulunduğum İTÜ Sahnesi ile de çalışıyordum yönetmen olarak. 2000 yılına geldiğimizde hem ben mezun olmuştum hem de oradaki arkadaşlar mezun olmuşlardı. İTÜ’den mezun olanlarla da bir grup kurduk. Ben iki grupla birlikte çalışıyordum: İTÜ Mezunlar Tiyatrosu ve Seyyar Sahne. 2005-2006’da bu iki grubun bir araya gelmesi gibi bir eğilim oluştu. İki grup Seyyar Sahne çatısında birleşti 2006’da. 2006 yazında bir yaz kampı önerisi yaptım gruba. Herkes tiyatro yapmanın dışında ek işler de yapıyordu. Çoğu akademisyendi ya da rahat işlerde çalışıyordu. Ve herkes işini ayarlayıp yazın on beş günlük bir boşluk yaratıp İstanbul dışında bir yerde bir tiyatro kampı yapmaya karar verdik. Bunun için bir arkadaşın İznik Gölü’nün kenarındaki boş evini kullandık. 2006 yılına tekabül ediyor bu. Bu atölye beklediğimizden daha iyi sonuçlar verdi grup için. Sadece bir çalışma olarak kalmadı. Çalışmamıza, kendimize ve tiyatroya dair bakış açılarımızı değiştirdiğini fark ettik kampın. Ve bunu her yıl yapmaya karar verdik. Bu sırada İstanbul Teknik Üniversitesi ve Bilgi Üniversitesi’nde öğrenci kulüplerinde danışman ve yönetmen olarak çalışıyordum. O öğrenci gruplarıyla da kamp organize etmeye başladık. Ertesi sene onlarla yapınca öğrenci grubunda da benzer bir etki yarattığı gördük. Bütün yıl boyunca referans verdikleri bir çalışmaya dönüştü kamp. Sayımız ve kamp süresi artmaya başlamıştı. Bizim ihtiyaçlarımıza cevap verememeye başladı arkadaşın boş evi. Gümüşlük Akademisi’nde yapmaya başladık üçüncü yıldan itibaren.

Birkaç yıl sonra kamp yaptığımız yerlerin kuruluş amaçlarından kaynaklanan sınırlamaların olmadığı bir yer hayal etmeye başladık. Başlangıçta bu hayal çok ilginç değildi. Sadece boş bir arazi satın almaktı. Çadır kuracağımız, basit bir gölgeliğin olacağı bir alan. Denize de yakın olsa iyi olur, aralarda denize gideriz diye düşünüyorduk. Araştırmaya başladık. Bu sırada da ben Diyarbakır’a her sene gidip gelirdim. Ya atölye vermeye ya bir oyun çalışmaya. Orada da Sülüklü Han diye bir yer vardır. Çalışmadan geri kalan vaktimi hep orada geçirirdim. Çok ilham verici bulurdum, çok güzel küçük bir avlusu olan eski bir handı.  Restore edilmiş ve kafe olarak kullanılıyordu. İşletmecileri de çok düzgün insanlar, iyi işletilen bir yerdi. Bir gün Erdem’le orada oturuyorduk, “Ne kadar ilham verici bir yer, böyle bir yer yapmalıyız bence?” dedim. Akşamında bir medrese planı çizmiştim bir kâğıda. Dört burcu olan kapalı avlulu revaklı bir medreseydi ilk plan.  Neyse şu an detaya girmeyeyim ama hazırdı. Bu fikir bizi o kadar etkiledi ki, fikir çıktıktan sonra peşinden koşturmaya başladı bizi diyebilirim. Sonra Sevan Nişanyan’la görüştük. Taşla yapılmış, klasik bir medrese mimarîsinde bir yapıyı ancak Sevan Nişanyan gibi bir “çılgın”la yapabiliriz diye düşündüm. O sırada çünkü hem Matematik Köyü hikâyesini duymuştum hem de kaya mezarı inşaatı sürüyordu sanırım. Klasik bir mimar, mühendis ya da müteahhit bizi anlamayacaktı muhtemelen. Ya da biz anlatamayacaktık derdimizi. Sevan Nişanyan’ın kapısını çaldık. O da çok sevdi fikri. “Mutlaka Şirince’de yapalım.” dedi. Şirince’de yaşıyordu o da. Bizim yoksa burada yapmak gibi bir niyetimiz yoktu başta.


-Peki neden “Medrese”?


Celal Mordeniz: (Gülerek) Neden Medrese?..


-Bir de niye böyle bir mimarî tercih ettiniz?


Celal Mordeniz: Anlattığım gibi, Diyarbakır’daki Sülüklü Han…


-Ha oraya benziyor.


Celal Mordeniz: Evet, çok benzediği için ve revaklar, iç avlu… Yaratıcılığı kışkırtan bir mimari olduğuna kendimi inandırdım ya da gördüm diyelim.


-Medrese, eğitimi de çağrıştıran…


Celal Mordeniz: Tabii ki. Çağrıştırmanın ötesinde kelimenin anlamı yüksekokul. Ders verilen yer. Medrese, dershane, derslik, müderris aynı kökten… Üniversitede ders veren hoca, profesör demek müderris. Medrese mimarisinin kökeni galiba Budist tapınaklarına uzanıyor. Bu mimari bu taraflara geldikçe medresye, ya da Avrupa’da da manastırlara dönüşüyor…


-Ben ilk onu dedim. Manastıra benziyor.


Celal Mordeniz: Manastırda da kapanma, inziva ve buluşma var. Böyle bir şey olsun istiyorduk zaten. Çıkış amacımız mimarî bir fikir ya da cin fikirlilik değil yani. Mimarînin de ötesinde bir şey olduğunu belirtmem gerekiyor. Yapıda şu avlunun varlığı, onun etrafında kemerlerin, arkasında çalışma ve yaşam mekanlarının oluşu vesaire, bir şey ima ediyor. Burası, gelenlere hem dinlenme ve içe dönme hem de çalışma ve başkalarıyla karşılaşma imkânı veriyor. Sonra da Sevan Nişanyan burada yapalım deyip bize Matematik Köyü’nün bitişiğinde satılık bir arazi bulunca alıp hemen işe koyulduk. Çok uzun sürmedi karar verişimiz. Çünkü turistik, yani yabancı insanların girip çıkmakta rahat olduğu bir yer olması gerekiyordu. İlk yabancılar biz olsaydık herhangi bir köyde bir yerde, işimiz epey zor olurdu açıkçası. Ya da kendi köyümüzde yapabilirdik ancak. Buna benzer bir girişimin bizden sonra, son anda akamete uğradığını biliyorum mesela, köylülerin son anda “Bir dakika hayır istemiyoruz böyle bir şey buraya.” dediğini duydum.


-O bir şans hakikaten.


Celal Mordeniz: 2006’daki ilk yaz kampımızdan sonra buranın ilk temelinin atılışı 2011 Ekim.  2012 Temmuz’da da ilk atölye yapıldı. Bu gördüğün şekilde değildi tabii ki… Birçok yer yoktu. Çok küçük bir yatma yeri, yatakhane vardı, bir tane de küçük çalışma salonu vardı. Avlu, amfi tiyatro, revaklar vardı ama üst kat yoktu. Çoğu yerler yavaş yavaş ihtiyaç hissettikçe, organik bir şekilde büyüdü diyeyim. Yani tümü çizilip inşa edilmedi. Temel olarak L planını yapmıştık Sevan Nişanyan’la birlikte. Onun sebebi de avlunun geniş olmasını istemem. Kapalı yaptığımızda çok büyük bir masraf olacaktı ve hayal bile edemiyorduk bu kadar büyük bir masrafı. Avlu büyük olsun diye iki kenarı kapalı, böyle yarım açık bir medrese planı yaptık. Ama sonra diğer taraflarda da büyüme gerçekleşti.


-Aslında oyuncu olarak başladınız.


Celal Mordeniz: Evet.


-Sonra yönetmen olarak devam ettiniz. Eğitmenlik de yaptınız. Şu an oyunculuk yapmıyorsunuz?


Celal Mordeniz: Yok yapmıyorum.


-Yönetmenlik yapıyorsunuz.


Celal Mordeniz: Sadece eğitmenlik ve yönetmenlik. Eğitmenliğim daha ağır basar bu kamplardan beridir. Yönetmenden çok öğretmen hissederim kendimi, oyuncunun öğretmeni gibi. Bu eğitim meselesine kafa yorduğumda ve onunla ilgili çalıştığımda, burayı kurmaya kadar götüren bir süreç yaşadım. Bu eğitim meselesinin ne kadar problemli olduğunu da görüyordum. O yüzden sanırım biraz ibre o yöne doğru kaydı. Ara ara, tekrar yönetmen olmak hatta oyuncu olmak gibi birtakım isteklerim oluyor ama öğretmenliğimden bir şikâyetim yok yani, çok seviyorum.


-Peki yönetmenlik yaptığınız dönemlerde -hala da yapıyorum diyorsunuz eskisi kadar olmasa da- oyunu hazırladığınız dönemle sahnelediğiniz dönemler ayrı mıydı? Aynı anda hem provalar yapıp hem sahne mi alıyordunuz, o ritimleriniz nasıldı? Onu biraz merak ediyorum. Oyun sahnelerken veya hazırlarken.


Celal Mordeniz: Bu tanıma uyan gruplar mutlaka vardır bir sürü. Ama biz hiçbir zaman prodüksiyon tiyatrosu olmadık. “Bu sene hangi oyunu çalışıyoruz?” deyip başlamadık. Başlarda belki üniversite tiyatrosundan gelen bir alışkanlıkla bunu yaptık ama gittikçe bizi bıraktı bu hâl. Şimdiye kadar birkaç tane olmuştur, metin budur diyip başladığım. Daha çok sipariş edilmiş oyunlardı bunlar. İki tane öyle oyun yaptım. Biri Yeraltından Notlar’dır. Bir de Diyarbakır’da Şehir Tiyatrosu bir oyun yapmamı istedi, ben de Antigone’yi yapalım deyip öyle başladım. Ama onun dışındaki bütün oyunlar neredeyse şöyle çıktı: bir çalışmadan bir şey fark edildi ve o şey yavaş yavaş geliştikçe, bunu seyirciyle de paylaşabiliriz dediğimiz bir aşama oldu.  Dolayısıyla çoğunlukla böyle klasik bir oyun çıkarma süreci olmuyordu bizde. Hâlâ da öyle biraz. Bir çalışma yapılır, oyun çıkarsa çıkar, çıkmazsa da çıkmaz. Kimse de üzülmez dolayısıyla. Yani tam profesyonel olmamanın avantajını kullanıyorduk sanırım. Bir şekilde hayatımızı idame ettirdiğimiz ek gelirlerimiz vardı başka yerlerden. O yüzden de oyunu çıkarıp, satmak zorunluluğu hissetmiyorduk. Bunun dezavantajları oluyordu tabii ki. Ama avantajı da araştırmak için, denemek için, risk almak için kendimizi güçlü hissetmemiz oluyordu. Cevap olabildi mi?


-Ben evet soracaktım siz cevapladınız. Siz sadece tiyatroyla geçinmiyorsunuz anladığım kadarıyla…


Celal Mordeniz: Ben ve Erdem 2006 yılında bir karar verdik. Gruba dedik ki tamam yan işler de yapıyoruz ama en azından birkaç kişinin “dükkânın başında durması” gerekiyor. Yani herkes ek iş yapınca biraz zor oluyor. Çünkü iddialı bir yanımız da vardı hep. O yüzden ben ve Erdem’i bir şekilde bir işte çalışmadan devam ettirecek bir form bulmaya çalıştık. Yarı profesyonel dememin sebebi o. Biz ikimiz profesyoneldik, para kazandığımızdan değil ama başka bir iş yapma, başka bir işte çalışma zorunluluğumuz yoktu. Bir geliri varsa grubun az çok ikimiz paylaşıyorduk. Diğerleri ise üniversitedeki çalışmalarını ya da mühendislik mesleklerini devam ettiriyorlardı. 


-Çalışma ortamlarınız, beraber çalıştığınız kişiler, oyuncular olabilir, yazarlar olabilir…  İlişkileriniz nasıl? Tanımladığınız kadar Erdem daha profesyonel. Arkadaşlık ilişkiniz de var. Çalışma ortamlarınız nasıldı, nasıl ilişkileriniz vardı?


Celal Mordeniz: Eminim yanlış anladım bu soruyu… Bunu bana kişisel olarak mı soruyorsun yoksa grubun genel havasını mı?


-Size soruyorum.


Celal Mordeniz: Şöyle diyeyim… Tiyatro yapmayı sevdim hep bir şekilde. Tiyatroyla güçlü bir bağım olduğunu hissediyorum. Ama benim asıl motivasyonumun oyun sahnelemek olmadığını da hissediyorum. Ben tiyatro çalışmasında diyalojik ilişkinin nasıl kurulabileceğini merak ediyorum. İki insan birbiriyle karşılaştığında birbirini olumlu anlamda nasıl dönüştürebilir? Ya da "İnsanın hayatta takıldığı şeyler nedir? Kendisini engelleyen ya da geliştirecek şeyler nelerdir?" soruları bana "Shakespeare’in şu oyunu nasıl daha güzel sahnelenir?" sorusundan daha ilgi çekici ve daha cazip geliyor. Dolayısıyla az çok şunu tahmin edebiliriz. Böyle bir çalışma ortamı zor oluyor. Belki de sahne ürünü alma konusunda biraz dezavantajlı olabiliyor. Ama bu da bir tercih. Bir yandan ek iş yaptım, şu anda da yapmıyorum dedim ama bakma. Buranın müteahhitliğini, mimarlığını yapıyorum Sevan Nişanyan’dan sonra. Ya da Erdem full-time tiyatrocu gibi görünür ama bizim bütün Seyyar Sahne’nin, Tiyatro Medresesi’nin malî işlerinden sorumludur ki tahmin edemezsiniz ne kadar zor olduğunu. Ve de kamp organizasyonundan da sorumludur. Tüm kampların takvimi, hocaların gelişi gidişi, öğrencilere cevaplar vesaire. Yani çok ağır ikinci bir işte daha çalışır. Bu da bir tercih. O yüzden biz de oyun çıkarmak zorunda hissetmiyoruz, başka işler de yaptığımız için. Biraz öyle olması gerektiğini düşünüyorum. Ya da bizim gibi küçük ve deneysel grupları büyük kurumların ya da devletin -ne ise artık o- kamu kaynaklarını elinde tutan birtakım kurumların ciddi anlamda desteklemesi gerekiyor. Bu illa devlet olmak zorunda değil, kültür-sanat vakıfları da bunu yapabilir. Ama maalesef bu şekilde desteklemiyorlar. Ne devlet bunu yapıyor ne de özel girişimler. "Gerekirse sen araştırma yap sadece." diyebilmeliler. Sadece oyuna para veriyorlar. Ama ben sana şunu söyleyeyim, bir sene vücut çalışması denen şey üzerine düşünmeye başladım. Benim için bir sorunsaldı. Çözemediğim bir problemdi şimdi detayına girmeyeyim. Ve grupta da vardı bu problem, gruba da açtım. Sonra o meseleyle ilgili altı yedi ay sadece ona odaklandığımız bir çalışma süreci geçirdik. O sene oyun falan olmadı, olmaz tabii ki. Ama o çalışmanın üzerinden doktora tezi yazdım, buradaki atölyelerin çoğunun kaynağı da o çalışmadır. Yani o sene dünyanın en iyi oyununu yapmış olsaydım bile bu kadar faydasını ne ben ne başkaları görürdü diye düşünüyorum.


-Oradan bir ürün çıkıyor aslında ama…


Celal Mordeniz: Çok ciddi bir ürün çıkıyor. Ama gidip başvur bir yere, Türkiye’de hele, böyle bön bön bakarlar. Ben bir araştırma çalışması yapmak istiyorum -beni tanıyorsan az çok- beni bu sene destekle bir şekilde. Ama bir güven yok. Somut, illa bir oyun çıkması gerekiyor. Yani anlaşılmaz değil elbet ama böyle bir gelenek de keşke olsa. Avrupa’da rezidans veriyorlar. Sanatçı gidiyor bir yerde altı ay, masraflarını karşılıyor, sen çalışmanı yap diye sadece. Ürün beklemeden.


-Araştırmacı gibi aynı.


Celal Mordeniz: Aynen öyle, araştırmacı gibi.  Türkiye’de Tiyatro sanatı için bu yok. Dolayısıyla tiyatrocular da koşu atı gibi, düşmemek için sürekli koşmak ve sürekli oyun çıkarmak zorunda kalıyorlar. Bir süre sonra gerçekten vasat kendini dayatmaya başlıyor. Türk tiyatrosunda da bence şu an yaşanan bu: çok fazla ürün var ve çok vasat. Aynı sebepten kaynaklanıyor. Bu kadar ürün olması…


-Sayısal hep bir artış olduğu için, tiyatro gelişiyor işte çok fazla ürün var…


Celal Mordeniz: Öyle zannediliyor ama git düzenli seyirci ol, aynı şeylerle, aynı vasatlıklarla karşılaşmaya başlıyorsun bir süre sonra. Ağızda tat kalmıyor ve sonra da seyirci kalmıyor. Seyirci sadece ünlülere ve büyük salonlara, birtakım etkinliklere gitmeye başlıyor. Zorlu’daki, büyük salondaki bir müzikale gidiyor. O başka bir olay yani orada izlediği şey değil söz konusu olan, o kalabalığa, toplantıya gidiyor.


-Tiyatro sizce nasıl bir iş? Nasıl tanımlarsınız? Diğer işlerden, mesleklerden ayıran sizce bir şey var mı, varsa ne? Ve sizce bu iş biçiminin -iş diye tanımlarsak eğer- iş hayatı ve özel hayat ayrımı nasıl etkiliyor sizce? Bir analiziniz var mı, buna dair düşünceniz?


Celal Mordeniz: Tek tek sırayla gidelim mi? Nasıl bir iş?


-Tiyatro sizce nasıl bir iş, hani diğer mesleklerden ayıran?


Celal Mordeniz: Hep söylediğim şeyi söyleyeyim, çok zevkli çünkü bir çeşit “dedektiflik”, benim için. Tam öyle bir zevk aldığımı düşünüyorum ve katılımcılarıma da bunu söylüyorum. Dedektiflikle neredeyse aynı iş, en azından yönetmenin işi diyeyim. Ama oyuncunun da bir kısım işi o. Oyuncu sonra üzerine bir şey daha ekliyor -onu ayrıca konuşabiliriz- ama genel olarak bir metinle, oyunla, oyuncunun kendisiyle çalışması dedektiflikten başka bir şey değil. Şöyle sorular soruyor, “Bunu yapıyor ama niye yapıyor?” Belki ortada bir suç yok hani açığa çıkarılacak ama neredeyse ona yakın gizemler var bence. Özellikle Shakespeare oyunlarının hepsinde bu gizem vardır. Birtakım böyle gizli gibi görünen ama birazcık dedektif gözüyle bakıldığında birdenbire netleşip, oyunun yapısını, karakteri, her şeyi değiştiren ve berraklaştıran, aslında oynamayı da kolaylaştıran, zevklileştiren bir boyutu var dedektifliğin. Benim işim bu yani o kadar çok zevk alıyorum ki bundan. O yüzden sahnelemek bana az çekici geliyor, birisi de sahneleyebilir bunu. Dolayısıyla dramaturg kısmı galiba daha ağır basıyor bende. 


-Keşfetme.


Celal Mordeniz: Keşfetme kısmı. İnsana dair de bence sadece oyuna değil. Oyuncuda da bu soruyu sormaktan hoşlanıyorum. Bir sorunu varsa diyelim ki oynamakla ilgili, engeli nerede? Neyi engelliyor? Ne bileyim fiziksel bir meselesi mi var çözülmesi gereken bir problem mi var kassal. Yoksa nereye takılıyor? O mekanizma neden rahat bir şekilde işlemiyor? Çünkü ayrı bir varlık olduğunu düşünmüyorum açıkçası oyuncunun, diğer insanlardan diğer mesleklerden. Oyuncu aslında kendi üzerinde çok çalışan biri. Enstrümanı da kendisi olduğu için daha çok çalışıyor, hepsi bu. Ama çok uzun konular bunlar tabii ki, belki ayrıca konuşuruz ya da buna bu şekilde girmemem gerekiyor. Ya da Stanislavski’den referans vererek ilerleyeyim, daha kolay olur, daha net olur. Stanislavski, teşhircilik diye bir problemi vardır der oyuncunun, oyunculuğun. Sonuçta sahneye çıkıyorsun ve sesini, gövdeni, birtakım hislerini açıyorsun bir kalabalığa. Ve bu bir risk barındırıyor: teşhir etme arzusu. Ya bu arzuyla çıkıyorsun ya da bu arzu sahnede kıvılcımlanıyor, ateş alıyor, gelişiyor kendiliğinden. Çoğunlukla da bu arzumuzla yola çıkarız, sahneye çıkıp bir göstereyim kendimi şeklinde. Bu pozitif bir şeydir, varım ben, birileri görüyor beni diyebilmek. İnsanlar birileri tarafından görüldüğünde var olduğunu hisseder. Tamamen geçici sürelerle kimsenin görmediği zamanlar bize iyi gelir, ama bunun sürekli olduğunu hayal et? Ölüm gibi bir şeydir. Şeyi hayal et ya da… Mars’a gönderdik seni, tek başına yaşayabiliyorsun, her şeyin var… Benim için ölüm bu. Kimse görmeyecekse beni eğer. Dolayısıyla evet bu insani bir şey. Ama bu bir çeşit hastalık bir yandan. Daha doğrusu eğer kontrol edilmezse bu bir hastalığa dönüşüyor. Tırnak içinde dediğimiz o tiyatrallik, o gösterişçilik, o kendini beğenmeye doğru gidiyor. Böyle bir eğilimi var. Oyuncunun diğer insanlardan bir avantajı var, kendi üzerine çalışma şansı, bir de çok önemli bir dezavantajı var, bu hastalığa çok açık. Dolayısıyla çok iyi önlemler alması gerekiyor. Daha iyi düşünmesi gerekiyor. Yani tek farkı bu benim nazarımda. O yüzden yine belki hep söylediğim şeyi söyleyeyim; bir eğitmen olarak atölyelerimde tiyatrocu musun diye sormuyorum bile. Çok ileri düzeyde oyunculuk çalışması yaparken bile, Tiyatrocu olup olmaması, yapmak isteyip istememesi, çoğunlukla da hatta katılımcılar, tiyatro kazanımlarından çok insanî kazanımlarından bahsediyorlar. Bir kazanım varsa ortada, “İnsan olarak şunu anladım” “Şu meselemi çözdüm” gibi şeyler söylüyorlar. Bu da otomatik olarak tiyatroculuklarına çok acayip katkıda bulunuyor. Ya da çok sağlıklı bir şekilde tiyatroyu bırakıyor. Öyle biri vardı mesela. Bıraktı tiyatroyu çok başarılı bir bilim kadını oldu. Çok hırslı ve başarılı bir tiyatrocuydu ama aslında iyi gelmiyordu kendisine, ona döndü, çok mutlu ve çok başarılı oldu. Öyle örnekler de oluyor. Bu benim için büyük bir kazanım. Bir tiyatro çalışmasının bunu yapması bana mutluluk veriyor. Tiyatroyu bıraktırabilmesi de. Şey gibi değil ama “yapamıyorum” başarısızlığıyla değil. Büyük bir özgüvenle. Başka bir işe yönelebilmesi. Anlatabildim mi? Çok uzun meseleler bunlar ama kapalı da kalmak istemiyorum bir yandan. Tiyatro nasıl bir iş? Dedektiflik ve insanın kendi üzerine çalışmasıdır diye özetleyebiliriz.


-Peki iş hayatı özel hayatı nasıl etkiliyor?


Celal Mordeniz: Bir tiyatrocu için mi diyorsunuz?


-Evet, bir tiyatrocu için.


Celal Mordeniz: Ben hiç kendimi klasik anlamda tiyatrocu gibi hissedemedim, hissetmedim. Dediğim gibi atölye yaptığım sırada bir sürü insanla çalışma yapıyorum.  Kamplar başlayınca tatile çıkmışım gibi hissediyorum çoğunlukla. Özellikle çocuklar küçükken atölye zamanları benim için tatildi. Eşimle hep öyle gülüşürdük “Yine tatile çıktım.” diye. “Atölye verdim çok yoruldum.” falan derdi eğitmenler burada, bense tatile gidiyorum diye çalışmaya gidiyordum. İki küçük çocuk var evde ve birbirlerine yakın yaşları. Evde tam bir kakafoni. Evimden çalışmaya gitmek benim için büyük bir tatildi gerçekten de. Neyse bu işin esprisi… Onun dışında da atölye başlayınca, başka bir evrene geçmişim gibi de hissediyorum ya da bir case (vaka, dava) aldım gibi hissediyorum. İyi dedektiflik filmlerini düşün, yani onlar gibi hissediyorum çoğu zaman kendimi. Meselenin doğru soruyu sormakla ilgili olduğunu düşünüyorum. Ve onlarda da özel hayat vesaire iç içe geçmiştir çoğu zaman. Ya da bir case geldiğinde canlanır. Anlatabiliyor muyum? Merak eder çünkü. Dolayısıyla şey diyebilirim, kendimi tiyatrocu gibi hissetmiyorum, ya da bunu hiç böyle düşünmedim.


-Biraz sizin bulunduğunuz bu mekanla da ilintili mi?


Celal Mordeniz: Bununla da ilintili biraz ama İstanbul’dayken de böyleydi. Bu da diğer tiyatrocularla ilişkimde bir sorun yaratıyor sanırım. Şimdi düşünüyorum da… Evet.


-Ne gibi?


Celal Mordeniz: Muhtemelen çok ukala bulunuyorum galiba.


-Peki o tiyatroculara göre nasıl olmalı da siz ne yapıyorsunuz?


Celal Mordeniz: Çok açık söylenen şeyler değil bunlar. Açıktan yürütülen tartışmalar değil. Tiyatrocu çevresinde bulunmamakla ilgili biraz da. O çevrede hissetmemekle, o mahalleden hissetmemekle ilgili de bir şey. Yani genel olarak bir mahalleyi reddediyorum galiba, tiyatrocu da olsa, ne de olsa. Daha yüzer gezer bir pozisyonu daha çok tercih ediyorum. İstanbul’da da öyleydi burada daha da arttı tabii ki. Burada yılın kış zamanı marangoz hissediyorum, mimar hissediyorum, müteahhit hissediyorum kendimi. Yani bir şeyler yapıyorum kendimce. Anlatabildim mi? Yazınsa daha çok tiyatrocu hissediyorum, atölye yaptığım zamanlarda.


-Hem başka bir şehirde olduğunuzdan dolayı hem de kafa yapınızdan dolayı, tiyatroya bakış açınızdan dolayı sanırım. Siz oranın bir parçası hissetmiyorsunuz, belki de insanlar da öyle görmüyor sanırım.


Celal Mordeniz: Evet. İşin ilginç tarafı bir şekilde burası İstanbul’a hitap eden bir yer. İzmir, Ankara’dan çok İstanbul’un parçası burası.


-O çok ilginç mesela. İzmir’de olan böyle bir yer var ve hani İzmir’in alabilecek… İzmir’in gerçi hiçbir şey umurunda değil ama… Bence direkt İstanbul’a hitap ediyor.


Celal Mordeniz: Ve dolayısıyla İstanbul’un piyasası demeyeyim ama birçok aktörü, oyuncusu, öğrencisi burada buluşuyor, buluşuyoruz. Yine de aradaki o kopukluk tam hallolmadı. O benim problemim galiba, benimle ilgili bir problem. Tiyatrocu hissetmemekle ilgili bir şey. Bence öyle bir şey var, tiyatrocularda bir tiyatroculuk var. Oysa ben onunla mücadele ediyorum, atölyemde de onunla mücadele ediyorum. “Ya bırakın bu tiyatro güzellemelerini” diyorum.  Mesleğine âşık, aşkını ifade eden başka bir meslek var mı bu kadar? Bu da hastalık belirtisi bence. Pilot, “Pilotluğa âşığım, pilotluk… pilotluk olamasa…” der mi? Yani istemiştir yapmıştır, yapıyordur. Ya da doktor keza, istemiştir olmuştur. Ama mesela koca koca tiyatrocular sürekli “Aşktır, aşkla yapılır.” diyorlar. Bu bana çok problemli geliyor. Bu son atölyede bunu tartıştık uzun uzun. Bu durum çok şey ifade ediyor. Sinemacı bile bunu demez yani, demiyor. Aşk da bilmem ne de... İş yani. Aslına bakarsan işini iyi yap yeter.


-Aslında evet, sizin cevabınız olmasa da “Tiyatro nasıl bir iş?” sorusuna verilen cevaplardan biri bu sanırım.


Celal Mordeniz: Tabii, çok ilginç. Aşkla bu kadar ilintilendirilen başka bir meslek yok. Bir sürü öğrenci geliyor, ilk tanışma toplantısında bazıları, “Ben ailemi, her şeyi karşıma aldım tiyatro için.” diyor. Bir yandan saygı duyulacak şeyler aslında ama yine de “çok uğraşılacak öğrenci tipi” diye düşünüyorum.


-Peki sizce bu, tiyatroya has bir yorum mu yoksa sanatçılara genel olarak?


Celal Mordeniz: En fazla tiyatrocularda var, demin bahsettiğim hastalığa açıklıktan dolayı. Açık yara gibi dolanıyorlar aslında…


-Dansçılık da öyle bir şey. Değil mi?


Celal Mordeniz: Evet, evet dansçılıkta da var ama tiyatroculuk kadar değil. Dans bir yandan çok teknik bir sanat olduğu için çok ağır bir çalışma gerektirir, sürekli günde bilmem kaç saat çalışmazsa iddiasını kaybeder. Ama tiyatrocu çalışmadan dolanabilir öyle. Çalışmadan, teknik olarak kendini zorlamadan yapabileceği için de daha çok mikrop kapar. Öbürü bir şekilde o teknik çalışma sırasında aşkını falan ifade edemez. Bilakis sorumluluklar, görevler ağır basıyor. Ama tiyatrocuda aşkın haddi hesabı yok ve bu çözülmesi gereken bir problem bence. Bence çok iyi bağladık.


-Sonu güzel bağlandı evet, katılıyorum. Buradan da alarak şunu sormak istiyorum size. Tiyatro yapmanın oyun hazırlamak, oynamak -oyunculuk da yaptınız- yönetmek gibi her alanını düşünürseniz en büyük zorluğu ne sizce?


Celal Mordeniz: Tiyatro yapmanın mı? Düşünüyorum. En büyük zorluğu benim için ilk bir araya geliş. Yani toplanma. Toplandıktan sonrası benim için hepsi aynı, kolay gelir bana. Yani o ilk bir araya gelme, bu amaç için bir yerde buluşup çalışmaya başlamaktır. Bana hep o kısmı zor gelir, ondan sonrası eşit zorluktadır. Yani dekor da yapılır, yapılmaya da bilir, dramaturji yapılır… Ama o çalışmaya başlama ânı, kararı…


-Bunu niye bir zorluk olarak tanımlıyorsunuz?


Celal Mordeniz: Bilmiyorum. Kişisel bir şey olabilir bu. Kişisel cevaplıyorum o yüzden… Tembelliğimden olabilir. Hani olur ya, başlayamamak. Başlamak bitirmenin yarısıdır derler ya. Atölyelerde de başlarken ilk anda “Allah’ım ben hiçbir şey bilmiyorum, niye geldiler bunlar? Ne yapacağım ben?” falan derim.  Başladıktan sonra unuturum ama.


-Peki şunu sormak istiyorum: Tiyatroda, yine kendi çalışmalarınızdan düşünebilirsiniz, genel tiyatro alanına dair düşünebilirsiniz, oyuncular, yönetmenler, çalışan diğer kişiler, yazarlar belki… Aralarında nasıl bir iş bölümü var? Siz nasıl tanımlarsınız? Bu kişiler arasında bir hiyerarşiden söz edebilir miyiz? Yoksa bir iş bölümü kurulabiliyor mu? Yani dediğim gibi, kendi tiyatro gözlemlerinizden de bahsedebilirsiniz.


Celal Mordeniz: Bir sürü öğrenci geliyor, bazıları anlatıyor diğer gruplarda neler olduğunu. Çoğu grupta bir cultlaşma eğilimi olduğunu görüyorum. Yani tarikatlaşma mı diyelim ya da. Yani böyle bir cult mekanizması oluşmaya başlıyor ve bunun tek müsebbibi oradaki yönetmen değil. Sonradan muzdarip olup ayrılanlar da bu tuzağa düşüyorlar. Dolayısıyla hiyerarşi demeyeyim, artık bir tanrı ve diğerleri, “tanrı yönetmen” ve diğerleri gibi bir şeye dönüşüyor grup maalesef. Ve burada çok ilginç insani yükselmeler oluyor çünkü tanrısıyla karşılaştığını düşünürse birisi, insan üstü şeyler çıkar içinden gerçekten de. Ve tanrısının ona bir görev verdiğini düşün. Gerçekten normalde yapamayacağı şeyleri yapmaya başlar. Ve bu onda yönetmenin ya da grubun gerçekten bir tanrısallığa sahip olduğu yanılgısını yaratır, hızla. Ve der ki “Ben yanına bile yaklaşamıyordum bazı işlerin, şu an yaptığım işler, harcadığım enerji vesaire çok inanılmaz.” Biraz uyuşturucu efekti gibi. Diyelim ki kokaini… Bilmiyorum artık, uyuşturuculara çok hâkim değilim ama işte ilk çektiğinde üç gün uyumadan koşabilecek gibi enerji doluyorsun diyenleri duyuyorum. Ama sonra tabii ki korkunç bir yıkıma doğru gidiyor. Bunu ben kendi çalışmamda da seziyorum. Böyle bir eğilim dikkat edilmezse çok hızlı bir şekilde gelişebilir.


-Sizi tanrı olarak görme gibi mi? Yoksa başkalarını mı?


Celal Mordeniz: Evet öyle diyelim. Şu anda sadece esprisiyle geçiştiriyorum. Bunu söylerken bile hicap duyuyorum ama böyle bir ihtiyaç varmış gibi görünüyor insanlarda. Bu sorunu ben kendi önceki tiyatro deneyimimde, öğrenci olarak başladığım, öğrenen olarak başladığım tiyatro grubumda deneyimledim ve aslında çok can yakıcı ya da “insanlık dışı” olduğunu düşündüm. Ama bundan hemen “Bu bana göre değil.” deyip kurtulamadım enteresan bir şekilde. Bu hastalık gibi bulaşıyor çünkü. Bu hastalık metaforu öylesine kullandığım bir metafor değil. Kanser gibi diyelim. Ruh kanserine yakalanıyorsunuz aslında bu tip gruplarda çoğu zaman. Ve insan kendi kendini iyileştiremiyor her zaman ya da kolay olmuyor diyelim, çok uzun süreler alıyor. Bunun çözümünü diyalogda bulmaya çabaladım. Ancak diyalojik bir ilişki çözüm olabilir, yazar, yönetmen, oyuncu, o gruptaki herkesin ilişkisini sağlıklı ve yaratıcı bir forma sokabilir diye düşünüyorum. Yoksa mesele hiyerarşi değil, hani yönetmenin o sırada söylediğinin kabul görmesi meselesi değil. Yönetmenin de diyalogla bu işi yapması, oyuncuyla diyalog kurması, metinle diyalog kurması; oyuncunun metinle, yazar orada olmasa bile Shakespeare’in metniyle diyalojik bir ilişki kurması gerekiyor. Diyalojik ilişkiden şunu anlıyorum, sana söyleneni anlamak ve cevap vermek. Ama anlamak için de açık olmak gerekiyor. “Evet, seni dinliyorum…” açıklığıyla. Kendini garantiye alıp, pozisyonunu netleştirip, bertaraf etmek ya da savuşturmak amaçlı, ters bir şey gelirse savuşturmaya hazır bir şekilde dinlemek değil, bilakis değişmeye açık bir şekilde dinlemeyi anlıyorum. O zaman gerçekten metin de anlaşılıyor. Yönetmen de böyle kurmalı ilişkiyi oyuncuyla. 


Diyalojik bir tiyatro pratiğinde yönetmen ya da oyuncu bir şey söyler ilk önce. Diyalog nasıl başlar? “Senle konuşabilir miyiz?” diye başlar değil mi? Ben de derim ki “Evet.”, sen de dersin ki “Şunu soracağım.”, başlar diyalog… Bir soru-cevap olur, her soru bir yandan cevaptır ve her cevap da bir sorudur. Ya da içinde başka sorular barındırır. Diyalog bu şekilde ilerler, bir tarafın tahakkümüyle değil. Ama bir tarafın yönlendirmesi olabilir. Bu röportajda sen yönlendiriyorsun, ben söyleyeceğimi bitiriyorum ve bekliyorum senin yeni bir şey sormanı değil mi? Bu beni niye rahatsız etsin ki? Tabii ki bu senin çalışman, senin düşündüğün şey ve sen yönlendiriyorsun. Ama burada, benden istediğin cevapları almak için beni zorlayamazsın. Konuşma diyalojik olursa mutlaka yeni bir şey çıkar, hatta çalışman için farklı bir fikir de gelişir. Ezbere makine kaydı gibi yapmazsın, dersin ki “Hmm… bak şunu da düşünebilirim…”. Benim hiç düşünmediğim ama ağzımdan yanlışlıkla çıkan lafla dönüştürebilirsin beni. Diyalogdan bunu anlıyorum. Yönetmen oyuncuyla bu ilişkiyi kurarsa, oyuncu da seyirciyle kurabiliyor enteresan bir şekilde. Ve Türkiye’deki tiyatronun temel problemlerinden birinin bu diyaloga açık olmamak olduğunu düşünüyorum.


-Peki bahsettiniz ya, “Diyalojik olarak şöyle işler…” mesela o tahakküm temelli değildir. Peki o diyalojik olmayan biçimlerde nasıl işliyor sizce o iletişim? Yönetmenle oyuncu arasında olabilir ya da bir oyuncuyla başka bir oyuncu arasında olabilir…


Celal Mordeniz: Yani ticarî tiyatroda diyalog mümkün değildir zaten. Ünlüsündür, zaten isim yapmışsındır, yüzün aranıyordur, gelirsin yönetmen de sana birtakım şeyler verir. Yapılan iş katalog çekimi gibi bir şeydir biraz. Yepyeni bir şey çıkarmayı beklemez kimse. Sen elindeki malzemeyi koyarsın, o da elindeki malzemeyi koyar, bir ürün çıkar ve pazarlanır. Adı üst ünde ticarî tiyatro… Ama ticarî tiyatro olmadığını iddia eden, sanatsal iddiası olan tiyatrolardaysa mesele giriftleşmeye ve zorlaşmaya başlar. Demin de söyledim ya bazı gruplarda görüyorum, birtakım tanrı yönetmenler var ortada. Yani kendini tanrı zanneden ya da tanrı olduğunu kabul ettiren. 


Çok sık, aforoz edilmiş ya da eski tanrısından kurtulmaya çalışan ama bir türlü kurtulamayan birtakım oyuncularla karşılaşıyorum. Böyle yerlerde ilişki tanrı ve onun kulları şeklinde kuruluyor. Belki sahnede bir enerji çıkar, tanrının el vermesiyle inanılmaz bir enerji parlaması olabilir ama seyircinin üzerinde pozitif bir etki yaratmaz ya da Shakespeare okumanın verdiği bir zevki yaratamaz. İnsan kendi ruhunun dönüştüğünü hissetmez diyelim. Biraz kapalı bir ifade oldu ama. Şöyle ifade edeyim: seyirci tanrının sesini duyar -fake tanrı tabii ki bu- ve bu tanrı yönetmen seyirciden de kendisine itaati talep eder oyunda. Çoğu seyirci de kabul eder bunu bu arada ilginç bir şekilde. Hemen kabul eder eğer kendi dünya görüşüne uygunsa. Seyircisi de kulu olur tanrı yönetmenlerin. Ama gerçekten kuldur onlar, çoğu zaman farkında değildirler. Ya da o cultın dış halkalarına dönüşürler. Arası yoktur yani. Düşünen, eleştiren, yükselten bir seyirci talebi olmaz, onu tartışan, diyaloga davet eden oyunlar değildir. Bilakis itaate ve teslimiyete davet eder.


-Kafamda canlandı bile bakın işte. Bir tiyatro seyircisi olarak çok fazla gördüğüm şey benim.


Celal Mordeniz: Bunu nasıl der. Çünkü bu talep- illa gidip oradaki çalışmanın içinde kula dönüşmek zorunda değil. Seyirciyken de aynı şey olur. Bu ilişkiyi talep eder oyun sürekli. Yani dolayısıyla tiyatro çalışmasında nasıl ilişki kuruluyorsa sahne anında da seyirciye o ilişki yansır.


-Oraya yansıyor.


Celal Mordeniz: Diyalog, Gadamer’den aldığım bir terminoloji. Sanat eseri diyalojiktir der. Da Vinci’nin eseri bizle konuşur, biz de onla konuşuruz. Bu yüzden sanat diyalojik bir deneyimdir der. Bunu daha çok resim sanatı üzerinden anlatır, tiyatro üzerinden hayli hayli anlatılabilecek bir şeydir. Ve bu aslında provaya da uygulanması gereken bir kavramdır. Çünkü, büyük ressam kendi kendiyle diyalog kurduğu için diyalojik bir eser yaratır. Büyük eserler, gerçek sanat eserleri böyle yaratılırlar, der. Ya da belki de ben yorumu zorluyorum ama buna varacak şeyler söyler diyeyim. Çok iyi hatırlamıyorum, yıllar önce çalışmıştım bu konuya. Evet anlatabildim mi? Resimde daha kolay çünkü boya, tuval ve kendisi var. Ama tiyatro söz konusu olunca en az iki insan var ve orada önlem alınmazsa hızla tanrı ve kul ilişkisi oluşabilir. Bu ilişki moduna girme eğilimimiz hep vardır bizim. Bunu tedavi etmemiz gerekiyor sürekli. Tedavi etmediğimiz zaman bu sorun bizi esir alır, karşılıklı olarak hem de sadece bir taraftan dolayı değil. Asla bu şekilde uzun süre devam etmez. O ilk mutluluk ânı kalmaz. Çok hızlı bir şekilde uyuşturucunun o dehşet sonuna hemen düşülür. Neyse çok uzattım galiba…


-Oyuncular, yönetmen veya diğer çalışanlar arasında sıklıkla ne gibi sorunlar çıkar? “Hep şu sorunu görürüm.”, “Şu problem ortaya çıkar.” gibi. Sizin karşılaştığınız?


Celal Mordeniz: Bilmiyorum yani, diğer gruplar için ne denebilir bilmiyorum…


-Burada belki karşılaştığınız?.. Bir eğitmen olarak mesela, bir eğitmenle oyuncular arasında, başka eğitmenlerle aranızda?


Celal Mordeniz: Pek sorun çıkmıyor desem garip mi olur bilmiyorum. Çok fazla sorun çıkmıyor, bu mimariden, buranın örgütlenmesinden dolayı belki.  İnsanlar gerçekten birtakım silahlarını bırakıyor burada hızla. Silahsız bir şekilde ve çarpışmadan bir ilişki kurulabileceği deneyimleniyor. Bence normalden daha iyi geçiyor. Onu duyuyorum sürekli. Benim atölyelerimde de diğer atölyelerde de. İzole olması, günlük ritimden, mekândan kopuluyor olması… Mimariyi de… Mimari günlük hayatımızı en çok etkileyen sanat belki de. Hele Türkiye’de çok negatif etkiliyor bizi. O apartman çıkmaları, beton yığınlar… Aslında bizi sürekli taciz ediyor. Ve burada o tacizin bittiğini hemen anlıyorsun. Burada bir taciz asla yok, mimarinin hiçbir yerinde. Bütün detayların buna göre düşünülmüş olduğunu -belki bilinç düzeyinde değil ama- hemen hissediyor ve bu katılımcıya bir güven veriyor ve o silahlarını, katılığını bırakma gücü de veriyor. 


-Kumpanyanızdan da örnek verebilirsiniz bu arada.


Celal Mordeniz: Burada bir festival yapıyorduk. Oynadığımız bir oyun sonrası sohbet toplantısında, “Oyuncuyla nerelerde kavga ettiniz?” diye sordu birisi, Erdem’le bana mı, benle Nadir’e mi tam hatırlamıyorum şimdi.  “Hiç.” dedim, “Hiçbir gerilim olmadı.”. İnanamadı insanlar. Niye kavga etmemiz gerektiğini düşünüyorsunuz? Oyuncu yönetmenle bağırır çağırır bir şeyler olur.  Gerçekten böyle bir inanış var. Ya da karşılıklı bir sertleşme olur. “Hiç ama hiç.” dedim. Yani en ufak bir fikir ayrılığımız olmadı. Bu çok şaşırtıcı geldi dinleyenlere. Bir diyalojik ilişkide niye kavga edesin ki? Neden yani? Birisi dinlemezse biter sadece, kavgaya da gerek yok, diyalog devam etmez o kadar. Niye kavga edesin? Niye zorlayasın ilişkiyi? Dolayısıyla sahne de seyirciyi zorlar, prova zorlamayla kavgayla geçerse.


-Peki o zaman aksine o diyaloga dayalı ilişkilerin olmadığı sahne ortamlarında, kumpanyalarda bu çatışmalardan çok çıkıyor.


Celal Mordeniz: Görüyoruz, şeyi görüyoruz işte… Bizi dövüyor yani sahneden, oyuncu, oyun. Dayak atıyor, hakaret ediyor, aslında aşağılıyor. Ya da itaat et bana diye talep ediyor. Ben de dayanamıyorum çoğunlukla. Birçok seyirci dayanamadığı için teslim oluyor. “Aman yeter, dayak yiyeceğime bari uzlaşayım şununla.” diyor. Çok ayıp ve çok problemli bir şey. O yüzden galiba tiyatro camiasında pek sevilmeyen biri olabilirim. Neyse ukalalık olacak ama… 


-Peki mesela kumpanyanız olduğu dönemde, belki sizin aranızda birileriyle çıkmamıştır da başkalarıyla çıkmıştır… Orada bir mekanizmanız var mıydı? Yani illa bir çatışma, bir kavga olmak zorunda değil de bir problem, pürüz çıktığında çözdüğünüz…


Celal Mordeniz: Kumpanya zamanında vardı. Uzun uzun toplantılar yapardık biz de birçok grup gibi. Nasıl çözülürdü?.. Konuşarak ya da ayrışarak herhalde. Yani başka bir yolunun olduğunu bilmiyorum. Ama birtakım grup meselelerinin konuşarak çözülmesi bile bana fazla gelmeye başladı enteresan bir şekilde. Bilemiyorum… Sence? Ben sana sorayım, nasıl çözülmeli? Ya da hangi sorunlardan bahsedebiliriz?


-“Nasıl çözülmeli”ye dair vallahi…


Celal Mordeniz: Bilmiyorum diyorsun.


-Ben özellikle onun için bu soruyu soruyorum. İnsanlar bir şeylerin nasıl çözülmesi gerektiğini düşünüyor. Biraz şeyi de merak ediyorum hani, daha kumpanya tarzı, belirli kurumsal bir yapısı olmayan, beraber çalışmak isteyen ya da arkadaş olan insanların bir araya geldiği ortamlarda, arkadaşlık ilişkilerine, arkadaşlık hukukuna vesaireye dayalı gruplarda nasıl çözülüyor sorunlar? Kurumsal yapılarda bir pürüz çıktığı zaman belki daha profesyonel çözüm yöntemleri vardır, belki bir disiplin kurulları vardır… Kumpanyaların kendi kendilerine kurduğu bir mekanizma var mı? Onları biraz merak ediyorum.


Celal Mordeniz: Güzel. Aslında “problem” nedir diye sormak lazım. Daha doğrusu, neden problem çıkar? Çok uzun bir temaya girme ihtimali hissediyorum ama bence problem çıkmasının tek bir sebebi var: rekabet. Sadece rekabette sorun çıkar.


-Rekabet?


Celal Mordeniz: Evet. Neden tanrı yönetmenler oluşur? Rekabet olmasın diye. Rekabeti bitirir çünkü. İnsan tanrıyla rekabet eder mi? Etmez. Ama bazen eder. Tanrının tanrı olmadığını anlar bir an ve şu sonucu çıkarmaz, “Aa yokmuş tanrı demek ki.” sonucunu çıkarmaz. “Acaba ben miyim?” der, “Ya da bir başkası mı?” Onu yenmeye çalışır. Yani dolayısıyla mesele rekabet meselesidir. Ya da yarışma meselesi. Ya da arzuların çarpışma meselesidir hep. Bir grup insan söz konusu olduğunda rekabet çıkar ortaya. Yani cinselliği de bunun içine dahil edebiliriz. O da bir çeşit arzu çarpışması ve rekabetidir. Arzuların rekabetidir. Dolayısıyla mesele bu rekabetin nasıl çözümlendiği ya da çözüm arandığı meselesidir. İnsanların en önemli problemi budur. Bir topluluğun, bir ülkenin -ya da neyse bir komünitenin diyelim- meselesi budur. Ve bu sorun  grup tarafından bir kişi yüceltilerek çözülür. Mesela futbol takımları da rekabet ederler ama kuralları çok nettir, belirgindir ve rekabet böylelikle "topraklanır". Yani tehlikeli olmaktan çıkarılır bir nebze.  Bunun ya sağlıklı bir şekilde adını koyar, oyunlaştırıp kurala bağlar ve topraklar. Bir çatışmaya dönüştürmeden açıkça yapmaya gayret eder.  Bazen de bir an için çözümler yetersiz kalır, kurallar çalışmaz vs.  Toplumlar bu rekabet meselesini dinsellikle çözer. Yani tesadüf değil tanrı yönetmenin olması.  Din çözer çünkü ancak bu rekabet sorununu. Hepimiz din kardeşiyiz ve eşitiz. Rekabet etmeye gerek yok yani. “Allah var, peygamberi var, biz varız.”


-Saygı duy, devam et. Biat et.


Celal Mordeniz: “Allah adına ben de size bir şeyler anlatıyorum hoca-papaz olarak.” der. Bu çözer meseleyi, bu sakin dinsellik… Enteresan bir şekilde tiyatro da aynı formu yaratır. Benim itirazım o. Bu sadece güvenli bir şekilde yaşamayı sağlar bize ama tiyatro yapmayı sağlamaz. Bu formun dışında birtakım formlar bulmalıyız. Ya da ikincisi, dinin dışında bir çözüm de -aslında o da bir dinsellik- hukuk. Onun arabası var benim yok, benim de olsun ama olamıyor, gidip çalayım ben onu. Bu tarz bir çalma da rekabetin bir sonucudur neticede. Mahkemeye, polise verir yakalatır diğeri de. Bu da bir çözüm. “Çalmayacaksın!” dinsel emri ise önleyici tedavidir, yangın çıkmasın diye önlem alır dinsellik. Yangın çıktığında hukuk çözümümüz var. Tiyatro gruplarındaysa, evet, belli bir hukuk olması gerekir, rekabet raydan çıktığında ne olacak? Çıkar çünkü. Ya da çıkmaması için ne yapılmalı? Sorular bunlar… Benim önerin, diyalojik ilişki ya da topluluğu topluluk olarak yüceltmemek olabilir. Bu ama işi zorlaştırıyor dediğim gibi, bazı bireylerdeki o insan üstü yükselişi azaltıyor. “Ya o tanrıymış ve bana gücünü verdi, ben onun parçasıyım.” Yani öyle gruplar biliyorum ki, elli kişilik ya da otuz kişilik bir grup, dünyanın geri kalanını zavallı zannediyor. Çok ilginç. Bu nasıl olur? Otuz kişisin arkadaş. Yedi sekiz milyar insan var öte yanda. Ben de tiyatroya başladığım grupta öyle hissederdim. “Vah zavallı Picasso, bizim bildiğimizi bilmiyor.” ya da neyse işte. Böyle hissediyorsun, enteresan bir grup kibrine varıyor. İşte hastalık bulaşmış, başlangıçta kendini çok iyi hissettiriyor ama sonra tabii ki çok büyük bir hayal kırıklığı oluşuyor. Sorun, arzuların rekabetini nasıl çözeceğinle ilgilidir.


-Peki bir şey sormak istiyorum size. Tiyatro hayatınız boyunca eğitiminizde -profesyonel olarak olur, amatör olarak olur- karşılaştığınız ayrımcılıklar oldu mu? Daha da açmak gerekirse, etnik kimlikten, yaştan, aksandan, her şeyden olabilir… Ayrımcılık olarak tanımlayabileceğiniz bir şey yaşadınız mı?


Celal Mordeniz: Sanırım etnik kimliğim sebebiyle biraz yaşadım.  Bilemiyorum. Bunun acısını yaşamış falan değilim. Komik birtakım anlar yakaladım belki o kadar. Etnik kimliğimin, açıkça olmasa da bazı ortamlarda bir sorun oluşturduğunu sezdim diyeyim.  Ama güldürüyordu beni bu durum çoğu zaman. Bana acı çektiren ya da benim mesleki icramı engelleyen bir şey olmadı. Özellikle birtakım kültür-sanat vakıflarının desteklerini almak konusunda enteresan bir blokaj var bana karşı. Bunun da başka bir açıklamasını bulamıyorum yani. Belki etnik kimlik ve politik görüşten dolayı bir şey olduğunu hissediyorum. Bazen politik görüşlerim ön plana çıkıyor. Bazı insanların politik duruşlarının aslında dinsel dogmalar olduğunu söyledim diye hakkımda ağır dedikodular yapıldığı oldu. Bazen de sanırım etnik kimliğim öne çıktı: “Beyaz Türk” olmadığım biliniyor. 


-Sizce tiyatroda kadın olmak ve erkek olmak arasında bir fark var mı? Varsa ne gibi sizce, açar mısınız? Kadın bir yönetmen olmak, erkek bir yönetmen olmak veya oyuncu olmak, yazar olmak… Her alanını düşünebilirsiniz. Ya da eğitmen olmak, sizin de o alanda deneyiminiz var. İki cins arasında bir fark gözlemliyor musunuz?


Celal Mordeniz: Bazen keşke kadın olsaydım dediğim oluyor mesela. Bazen erkekliğinden insan hakikaten sıkılıyor. Sıkıldığım çok oldu diyebilirim.


-Neden?


Celal Mordeniz: Bilmiyorum. Merak ettiğimden. Nasıl olurdu? Erkekliğin nasıl bir etkisi var, onu deneyimleyemiyorum yani. Anlatabiliyor muyum? (Es) Düşünüyorum…


-Mesela bir sürü öğrenciyle de karşılaşıyorsunuz sizden eğitim alan. Belki onlarda da gözlemlemiş olabilirsiniz?


Celal Mordeniz: Ben de onları düşünüyorum şu anda. Yanlış bir şey de söylemek istemiyorum ama… Sanırım kadınlar, en azından katılımcılar açısından düşündüğümde, çok güçlü alıcılar ve vericiler. Yani dolayısıyla yaşadıkları problemleri de çok güçlü yaşıyorlar ve bir yandan da çok hızlı çözebiliyorlar. Ve çok güçlü bir vericiye dönüşebiliyor. Hissim bu. Erkeklerin ise bence almakla vermek konusunda belli bir ortalaması var. Katılaşması belki daha uzun sürüyor ama açılması da öyle öte yandan. Kadınlardaysa bence ekstra bir mekanizma var. Yani hızlı çözebiliyor diyebilirim. Ama bu ne anlam ifade eder, çok bir şey ifade eder mi sana bunu söylemek… Ayıramıyorum kafamda gerçekten, çok üzgünüm. Ama bu konu üzerine düşünmediğimden değil aslına bakarsan. En azından kumpanya olduğumuz zamanda bizim gruptaki bazı kadın oyuncuların kadın olarak kendisini çok rahat ifade edebildiğini o grubun içinde ve hiçbir şekilde pozitif ayrımcılık ihtiyacı duymadığını, kadınsı bir grup olarak -ki ağırlıklı kadın da değildi- hissettiklerini söylediklerini hatırlıyorum. Bunu, grubu övmek için söylemiyorum ama öyle bir şey vardı. Erkek kültürüne dair belki şunu söyleyebilirim. Erkek kültürü benim olduğum grupların hiçbirinde örgütlenmedi. Daha öncesinden biliyorum, kendi tiyatroyu öğrendiğim grupta erkek kültürü hep oluşurdu, bir erkek muhabbeti…


-Nasıl tanımlarsınız?


Celal Mordeniz: Tiyatronun dışında, yaşam alanlarında daha çok. Çünkü orada yurt ortamı vardı, üniversite tiyatrosu olduğu için. Yurtların ayrımından kaynaklanan bir erkek grubu ve kadın grubu şeklinde doğal olarak bir ayrılma oluşuyordu ve bence çok garip bir ayrışma yaşanıyordu. Bir erkek küfürbazlığı, bir erkek esprisi falan hatırlıyorum. Sonra kendi kurduğum gruplarda erkek erkeğe hiçbir ortam hazırlamadığımı fark ettim. Kadın kadına olmaya da gerek kalmadı ve kadınlar gerçekten erkeklerin olduğu ortamlarda kendilerini gerçekten çok rahat hissettiler. Çünkü asla örgütlenmiş bir erkek grubu yoktu. Olur ya böyle, buluşup, vahşi kahkahalarla gülmeler filan. Kadınlarla ilgili ileri geri konuşmak gibi kaba bir şeyden bahsetmiyorum. Ama yine de erkek rahatlığı hiç olmadı bizde. Bazen de “Acaba yapsa mıydık? O rahatlıkta da enteresan bir şey var mıydı?.” dediğim oluyor ama sadece bir an için, sonra gülüp geçiyorum. 


-Ama aslında tercih etmemişsiniz. Demek ki bir tepki de.


Celal Mordeniz: Tepki de oldu galiba çünkü çok güçlü bir erkek kültürü vardı orada. Belki bazı liselerden kaynaklanan bir kültürdü o.  Yatılı liselerde de oluşur bu erkek kültürü. Galatasaray’da falan, bildiğim kadarıyla güçlü bir erkek kültürü vardır. Yine dediğim gibi böyle kadını aşağılayan, tacizci bir kültürden bahsetmiyorum. Erkek erkeğe gibi bir şey.


-Peki bunun tiyatroya yansıdığını gözlemliyor muydunuz?


Celal Mordeniz: Galiba evet.


-Ya da nasıl, ne şekillerde oluyor?


Celal Mordeniz: Bizim yaptığımız tiyatroda çok etkisi olduğu söylenemez belki ama. Mesela Medrese’yle ilgili birisi, “Medrese’nin yapısı çok dişil. Kadınlığı çok net hissediyorum burada.” demişti. Ya da oyunlarda da sanırım kadınlar kendilerini çok rahat ifade edebildiler ve ekstra bir çaba içine girmek zorunda kalmadılar, kendiliğinden galiba var oldular. Oyuncu olarak kendilerini belki çok geliştirdiler diyebilirim en azından. 


-Peki LGBT için böyle bir gözleminiz var mı? Tiyatro, genel olarak, sizin geçmişinizde olabilir. Ya da kadınların ve LGBT’lerin maruz kaldığı ayrımcılıktan bahsedebilir miyiz tiyatro alanında?


Celal Mordeniz: Bence genel olarak bahsedebiliriz. Kadınlar daha yaratıcı, daha itici gücüler tiyatronun ama hiçbir şekilde aynı pozisyonu alamıyorlar, bunun karşılığını bulamıyorlar bence. Daha çok yönetmen, daha çok kadın yazarın görünmesi doğal olandır diye düşünüyorum ama öyle olmuyor. Sanırım birtakım cam tavanlar var bir yerlerde. Benim de dedim ya, etnik olarak acısını çok hissetmedim ama fark ettiğim birtakım engeller var gerçekten. Akademide de akademik yaşamda da az çok fark ettim bazı anlarda. Çok yakın arkadaşlarımdan beni tanıyan, yakın olduğum insanlardan bile.


-Onlar tarafından?


Celal Mordeniz: Onlar tarafından bile. Sanırım kadınlar da bunu yaşıyorlar tiyatro camiasında. Başka türlü açıklayamıyorum yani, daha kadın yoğun olmalıydı tiyatro dünyası gibi geliyor. Katılır mısın bu gözlemime? Belki de burada olduğum için çok iyi gözlemleyemiyorum İstanbul’u.


-Evet katılıyorum. Farklı biçimlerde birçok şeklini görebiliyoruz. Bir de ben sayısal anlamda kadın eksikliği gözlemlemiyorum, bir sürü kadın oyuncu var ama.


Celal Mordeniz: Etkileri?


-Etkileri anlamında, aynen. O anlamda katılıyorum.


Celal Mordeniz: Ben de onu söylüyorum… Halbuki benim atölyelerden gözlediğim...


-Bir sürü oyuncu gelmiyor mu buraya?


Celal Mordeniz: Bir sürü parlak, inanılmaz açıklıkta insan geliyor ve inanılmaz bir sıçrama yaşanıyor onlarda. Bazı çalışmalarını görünce “İşte sanat.” diyorsun.


-O zaman bunlar üzerinden, tiyatronun erkek egemen bir yapısı var diyebilir miyiz? Yoksa buna katılmaz mısınız?


Celal Mordeniz: Erkek egemen yapısı… Toplumda var, toplumun çok da dışında değil yani tiyatro. Bu toplum evet erkek egemen, dünyamız öyle. Tiyatro bunu kırabilmiş mi? Bence biraz daha iyidir, daha gelişkindir belki toplumun oranlarından ama daha gidecek çok ama çok yol olduğunu düşünüyorum. Belki çok kolaya kaçmak olur, erkek egemendir yargısını koymak, yargılamak bir şekilde. Ama şu denebilir, daha çok yol var. Aslında birtakım dirençler yok değil, var. En açık erkek bile, bir yerde bir sınırı oluyor sanırım.


-Tiyatronun herhangi bir alanıyla ilgilenen yeni mezun bir tiyatrocunun önüne ne gibi engeller çıkıyor? Sizin gözlemlediğiniz, belki de eğitime gelen insanlardan gözlemlediğiniz, duyduğunuz. Ne tip beklentilerle karşılaşıyorlar aslında bu tiyatro piyasasında, bir kumpanyaya, bir sahneye girmek isteyen insanlar? Nasıl beklentiler var ve nelerle karşılaşıyorlar?


Celal Mordeniz: Yeni mezun biri bence çok vahşi bir rekabet ortamıyla karşı karşıya kalıyor. Ve aslında iki seçenek görüyor kendisinde. Ya bu vahşi rekabete bir yırtıcı olarak dalmak ya da geri çekilmek. İkisi de o kişiyi hastalandırıyor neticede. Böyle çok öğrencim oldu. Ya da girip yenilen sözüm ona. Çünkü o şekilde girdiğinde yenilmeye mahkûmsun. Yani yensen de yeniliyorsun, yenilsen de yeniliyorsun. Garip bir paradoks var. Dolayısıyla bahsettiğim zihniyet değişiminin eğitimden başlaması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’deki konservatuar ya da birtakım alternatif eğitim kurumlarında da- rekabet meselesi çok fazla kışkırtılıyor ve neredeyse Allah’ın emri gibi algılanıyor.  “Öyle olması gerekir.” deniyor. Bu mesele eğitim sırasında çözülüp yumuşatılsa, aslında çok inanılmaz bir altın çağ yaşanır tiyatroda. Şu an öyle değil, şu an birtakım iş kovalayan gençler var ve kimse dönüp yüzüne bakmıyor, bir şey görmüyor, ki yok aslında. Rekabetle yaşarsa gerçekten bir şey açığa çıkmıyor insanda. Yani herhangi bir yaratıcılık söz konusu olmuyor. Sadece böyle düğüm düğüm olmuş “problemler yumağına” dönüşüyor kişi. Dolayısıyla çok nadirattan, mezunlar, birkaç kişi kendi gruplarını kurup bir süre kendilerini bu rekabetçi piyasadan yalıtarak iyi bir şeyler yapabiliyorlar, benim gözleyebildiğim. Ama bu şans, her zaman mümkün olmuyor. O arkadaş grubu da rekabetle birbirlerini hırpalamış olabiliyorlar çoğu zaman üniversitede. Bir ya da iki kişi oluyor belki gerçek arkadaş olan. Geri kalan birbiriyle sürekli kışkırtılmış, sürekli birbirlerine kırdırılmışlar. Bunu çok ünlü bir oyuncu bana anlatmıştı.   “O ortamdan koptuktan sonra fark ettim, bizi birbirimize kırdırmış hocamız”


-Eğitiminde mi?


Celal Mordeniz: Eğitiminde ve sonrasında yönetmen olarak. Hem eğitmeni hem yönetmeni. “Bayağı dövüş köpeği gibiymişiz.” dedi. Yani tamam, oradan sağ çıkıp epey başarılı olanlar olmuş ama diğerleri için kıyma makinesi olmuş ortam. O kadar çok insanı da harap etmişler ki… Çok yetenekler kaybolmuş gerçekten. İşte bu sosyal Darwincilik herhalde, “O da güçlü olaydı!”. Öyle değil işte. Böyle diyeceksek o zaman çekelim vuralım pompalıyla birbirimizi, birbirimizin mallarına el koyalım. Dolayısıyla bu meselenin üzerine çok düşünülmesi gerekiyor. Rekabetçi bir eğitim var. Ve burada Tiyatro Medresesi’nin farkı bu. Bence dünyada da eşi benzerinin az olmasının sebebi asla rekabetçi bir ortamın olmaması.  Katılımcı kendiyle karşılaştırıyor yaptıklarını. Ve kendisindeki gelişimi gördükçe de çok mutlu oluyor. Diğeriyle yarışmıyor, diğerinden mutlu oluyor. Ondan daha iyi, ondan daha kötü de hissetmiyor asla.


-Böyle eğilimler görüyor musunuz peki?


Celal Mordeniz: Benim atölyelerimde en azından bu eğilim dakikasında bitiyor. Birinci ikinci dakikada bitiyor.


-Buranın kuruluşuyla da alakalı?


Celal Mordeniz: Buranın yapısı da bence rekabetsiz bir çalışmaya teşvik ediyor. Buradaki tüm atölyelerde, rekabet etmeden de herkes kendindeki müthiş gelişmeyi görüyor. Bence eğitmenler de bu durumu fark ediyor. O yüzden de buranın müdavim eğitmenleri oluyor. Devam ediyorlar, burada öğreniyorlar, burada geliştiriyorlar kendilerini. Öyle diyebiliriz.


-Kumpanya döneminde ya da yine piyasadan bildiğiniz şeyler de olabilir… Oyunların casting sürecinde, oyuncu seçerken, seçmelerde ya da bir kumpanyaya girmek isteyen bir insana dair kararları kim veriyorsa, bu insanların dikkat ettiği birtakım bedensel kriterler var mı?


Celal Mordeniz: Bence vardır, mutlaka vardır.


-Sizin var mıydı dikkat ettiğiniz?


Celal Mordeniz: Benim yoktu ve hiç seçme yapmadım. Hep kumpanyayla çalıştım. Benim, bu oyuncu şöyle rollerin insanıdır diye bir yaklaşımım olmadı hiç. Hatta tersine bir yaklaşımım vardı. Bahar Noktası rejisi yapmıştım, 2002 ya da 2003’te. Bu yaklaşımımı uç noktaya vardırdım. Bazı sahnelerde Eleni’yi bir erkek oyuncuya oynattım. Bazı sahnelerde de Dimitri’yi bir kadın oyuncuya oynattım. Ve çok inanılmaz sonuçlar çıktı. Bir çeşit toplumsal cinsiyet çalışması gibiydi. Sürekli, her sahnede başka kişiler başka rolleri oynuyordu ve kadın erkek ayrımı diye bir şey yoktu. Çok ilginç sonuçlar çıkıyordu. Bazı meselelerin kadınlık ya da erkeklikle ilgili olmadığı, insanlık durumuyla ilgili meseleler olduğu açığa çıkıyordu. 

Son atölyemde şöyle bir deneyimim oldu. Bir Macbeth tiradı sahneledi bir katılımcı. Ama hiç uymuyordu role tipi, sesi, yaşı vesairesi… Macbeth’e  bu kadar uzak olabilir ancak. Yani sevimlilik ve sempati görüyoruz, oyuncuda. Macbeth’in hançer halüsinasyonu  gördüğü tiradını çalışıyoruz. Önce “Bu senin kastın değil.” dedim, başka bir tirat verdim, onu çalıştı. Sonra da yukarda anlattığım deneyimimi hatırladım. “Ben böyle düşünmüyordum, böyle yapmıyordum. Tekrar bir deneyelim bakalım.” dedim.  Gerçekten deneyince, diğer katılımcılar ben bir şey söylemeden “o kişi gitti, başka biri geldi sanki” dediler. Bu çalışma üzerine, birkaç gündür bu konuyu konuşuyoruz kendi aramızda buradakilerle. Ve şunu fark ediyoruz ki, aslında iyi yönetmenler hiç uygun görünmeyen insanları o kadar iyi dönüştürebiliyor ki, bu daha da iyi sonuç veriyor. Bir büyüye şahit oluyormuş gibi oluyor seyirci gerçekten. Eşim İlke, Eternal Sunshine of the Spotless Mind örneğini verdi geçen gün bu konuyu konuşurken, Erkek oyuncunun adı neydi?


-Jim Carrey.

 

Celal Mordeniz: Jim Carrey … Rol onun kastı değildi mesela.


-Gerçekten değil.


Celal Mordeniz: Ama müthişti değil mi Carrey? Gerçekten efsanevi bir rol sergiliyor. Türkiye’de ise kast arayıp duruyorlar. Böyle birkaç vaka da oldu biliyorum. Erdem’e mesela birtakım roller geldi. Şöyle dedi kast direktörü ve yönetmen, “Müthiş oynadın ama kastın değil. Senin deneme çekimini asıl oynayacak kişiye göstereceğiz.”. Dedim ki, bu akılsızlıktan başka bir şey değil. Bu kadar iyi oynadığını düşünüyorsun ve onun tipi diye seçmiyorsun. Bunun çok yapıldığını da görüyorum. Oyunculukla ilgili bir fikirleri de yok. Bir yandan eline gelmiş, sana malzeme veren bir oyuncu ve sen “A evet buymuş!” dedirtiyor sana ama sen sadece ne bileyim kafası biraz büyük diye, ya da saçı kıvırcık diye seçmiyorsun. Bence dolayısıyla kastı demeyelim de oynayabilen oyuncu ya da oynatabilen yönetmen ya da ikisi birlikte, diyalogla yapabilenler var, yapamayanlar var diyelim.

1.Bölüm’ün sonu

Görüşmenin 2. Bölümü için tıklayın.


İçindekiler: 

Kapak
1. Giriş
2. "Sahne Sanatlarında Cinsel Taciz” - Röportaj (2. Bölüm)
3. "İfşa"cı Mine Nur Şen ("Ayşe")
4. "İfşa" Kampanyası Sırasında Yapılan Görüşme
5 . Bülent Gültekin ("Ahmet")
6.  “İfşa” Kampanyasına #metoo Diyerek Katılanlar
7.  "İfşa"nın Organizatörleri: Güray Dinçol, Firuze Engin ve Diğerleri
8. “İfşa” Ekibiyle Medrese Arasındaki Yazışmalar Üzerine
9. Erdem Şenocak'ın Rolü
10. Sonsöz
EKLER
Mimesis Dergi’ye Cevap
"Ahmet" Takma Adlı "İfşa"cı Bülent Gültekin Hakkında -2
"Tiyatro Medresesi" İsmine Veda
Bir Takım Olaylar ve Mesajlar
"Ayşe" ve "Ahmet"in Kamp Sonrası Yaptıkları Yorumlar
Tandem Europe
“Basın” Hakkında
Arasöz
SusmaBitsin Platformu' ve 'Feminist Avukatlar'
"Grotowski Workcenter" ve Mario Biagini



Yorumlar