"Ahmet" Takma Adlı "İfşa"cı Bülent Gültekin Hakkında -2

 


Bu bölümün bu "ifşa" kampanyasını ve kampanyacıları anlamaya yardımcı olacağını zannediyorum. Bu bölüm bu blog yayınlanmaya başladığı Mayıs 2021'de yazıldı ancak bu güne değin yayınlamadım. 
Bunun sebebi "ifşa" sürecinin geri kalan boyutlarıyla anlaşılmasını beklemek istememdi.


Bülent Gültekin'in bana ve Medrese’ye karşı yönelttiği nefretinin sebebini anlamak için kendisiyle olan ilişkimin tüm detaylarını düşünmeye başladım. Bülent Gültekin benimle tanıştıktan sonra üç yıl boyunca yaz aylarında sürekli atölyelerime katıldı ve Medrese’de kaldı. Birlikte çalıştığı öğrenci grubunun ara tatil çalışmalarına katılmayıp kışın tek başına benimle oyun çalışmak için Medrese’ye geldi. İstanbul’da kendisinin de katılacağı kış atölyeleri ya da oyun çalışmaları yapmam için mekân arayışına girdi. Bunun için İstanbul’da birçok mekanla görüştü.  Ancak bu üç yılın sonunda ben, kendisini oyuncu olarak yeterli bulmadım ve benim asistanım gibi davranmasına da izin vermedim.  Bunun kendisinde bir aforoz hissi yarattığını sanıyorum.

Tüm bunların üstüne, o sırada flört ettiği kadın arkadaşıyla oyuncu olarak ilgilendim ve onunla kısa sürede bir oyun çıkardım. Bu olgular, hırslı ama yetenekleri sınırlı birinde nefretin oluşması için yeterli gibi görünse de BG'nin eylemlerinin başka ne gibi itkileri olabilir diye düşünmeye devam ettim.  Ardından kendisiyle ilgili bazı detayların nasıl gözümden kaçtığını hatta görmezden gelmiş olduğumu şaşkınlıkla fark ettim. 


Bülent Gültekin, 2019 yazında yer yokluğuna ve o sırada sürmekte olan Constellations Summer Camp etkinliklerine katılmamasına rağmen Medrese’de kalmak için ısrarcı oldu. Çadırda kalamadığı ve Medrese’de hiç boş oda olmadığı için evimdeki çalışma odasını kendisine vermek durumunda kaldı Medrese ofisi. Bu yerleştirmeyi yapan Medrese'nin o sıradaki sorumlu müdürüne çok sert bir şekilde çıkıştığımı da belirtmem gerek. Bunun sebebi benim sürekli korumaya çalıştığım mesafeyi iradem dışında ortadan kaldıracaktı. 

O sırada Medrese’ye 100’den fazla uluslararası katılımcı ve eğitmen gelmişti bu etkinlik için. Aynı sırada dışarıdan organize edilen iki felsefe atölyesi de gerçekleşiyordu. Bu kalabalık ve yoğunluk içinde BG revaklardaki bir masada benim o yılki dramaturji atölyemin ses kayıtlarını çözümlüyordu. 


Bir gün, ortak derslere girmeyip kendi grup çalışmalarını yapan Belçikalı tiyatro grubundan bir kadın oyuncu herkesin ortak derslerde olduğu sırada Medrese'Nin girişindeki ortak duşlarda duş alırken kapının altından bir telefonun uzatıldığını fark ettiğini, çığlık atıp havlusunu sarınıp dışarıya çıktığında birinin Medrese’nin içine doğru hızlı adımlarla uzaklaştığını gördüğünü söyledi. Biz de Constellations ekibiyle konuşup hemen bu durumu bütün katılımcılarla paylaştık ve bu kişinin muhtemelen dışarıdan gelmiş olabileceğini, bizim gerekli önlemleri alacağımızı ancak kendilerinin de tanımadıkları kişilere dikkat etmelerini söyledik. Medrese tarihinde ilk kez böyle bir olay oluyordu.


Bu olaydan bir ya da iki gün sonra eşimin kız kardeşi çok korkmuş bir şekilde bana ve eşime geldi. Kendisinin Medrese’ye 300 metre mesafede bir bağı ve bağın içinde sırtını çalılıklara dayamış küçük bir kulübesi vardı. O sırada eşi Şirince’de değildi ve yalnızdı. Kendisini ilk kez bu kadar korkmuş gördük. Akşam üzeri vaktinde banyo penceresinden bir adamla göz göze gelmiş. Önce çığlık atmış ve hemen dışarıya çıkamamış başkaları da vardır belki diye. Başka kimsenin olmadığını anlayınca dışarı çıkıp tekrar bağırdığında adamın arkasına dönmeden telefonla konuşuyor gibi yapıp hızlı adımlarla Medrese’ye doğru yürüdüğünü görmüş. Eşimle ilk tepkimiz Medrese’de yaşanan saldırıyla bunun aynı kişi tarafından gerçekleştirilmiş olabileceğini, hepimizin çok dikkatli olması gerektiğini söylemek oldu. 


Ertesi gün eşimin kardeşine gördüğü adamın detaylı tarifini yapmasını istedim. Çünkü banyo penceresinden yüzünü bir anlığına görmüştü.  Amacım tarifle birlikte Şirince köyünde tanıdığım esnaf ve köylülerle konuşup eşkalle birlikte konuyu onlara  anlatmaktı. O anlattıkça “Sen Bülent'i tarif ediyorsun. Şu an bizim evde kalıyor hatta. Bakışını yanlış anlamış olabilir misin?” dedim. O da bana sinirlenerek “Ben Bülent'i tanımıyorum. Sana gördüğüm kişiyi tarif ediyorum. Tuvalet penceremden içeri bakarken gördüm. Biliyorsun evin arkası ne kadar sapa ve çalılıktır. Yanlışlıkla geçerken bakılacak bir yer değil.” dedi. Ben de Bülent Gültekin'e akşam evde kızgın bir ses tonuyla ve aniden “Ne arıyordun Şule’nin evinin arkasında?” diye sordum. Çok gergin bir şekilde gülerek “Aa! Şule abla mıydı o? Ben orada zeytinliklerin arasında kuytu, sessiz bir yerler arıyordum yanlış anlama olmuş. Ben gidip özür dilerim kendisinden.” dedi. Ben de kendisine sertçe “Bir daha dolanma oralarda” diyerek konuyu kapattım. Maalesef ciddi bir basiretsizlik göstererek bu olayı yeterince irdelemeden kapattım o anda. Her gün revaklarda tek başına oturup bilgisayarında transkripsiyon yapan Bülent Gültekin bu olaydan sonra ortalarda görünmedi ve kısa bir süre sonra da İstanbul'a gitmeye karar verip Medrese’den ayrıldı. 


‘İfşa’ kampanyası başladıktan sonra BG ile yaşadığım tüm olayları düşündüğümde eşimle birlikte kardeşine söylediğimiz, kendisini tuvalet penceresinden dikizleyen insanla Medrese’deki duş dikizcisinin aynı kişi olabileceği yorumumuz aklıma geldi.  Sonra telefon kamerasıyla saldırıya uğrayan Belçikalı kadının tarifini hatırladım. Saldırgan, Medrese’nin içine doğru hızla uzaklaştığından yüzünü görememişti. Sadece vücut yapısı ve saç rengini tarif edebilmişti. Bu tarif de Bülent Gültekin'in eşkaliyle uyuşuyordu. 


Duş saldırganının Bülent Gültekin olduğunu kesin olarak iddia etmek mümkün değil elbette. Bu kişinin dışarıdan gelmiş olduğuna kendimizi o kadar inandırmıştık ki saldırının içeriden gerçekleşmiş olabileceği ihtimalini hiç araştırmadık o zaman. Ancak bu eşkal uyuşması ve iki saldırının ardışık olarak gerçekleşmesi fazlasıyla dikkat çekici olduğundan burada bu durumu belirtmek gereği duyuyorum. Ayrıca Medrese’nin mimarisini bilenler dışardan gelen birinin dikkat çekmeden ortak duşları gözlemesinin ve çalışanlara kendisini fark ettirmeden böyle bir saldırı gerçekleştirmesinin imkansıza yakın olduğunu bilir. 


Şimdi de bu iki olayla ilgili tamamlayıcı olduğunu gördüğüm bir detaydan daha bahsetmek istiyorum. 2020 Ocak ayında benimle Medrese’de çalışmak için seçtiği Yusuf Atılgan’ın Tutku öyküsünün konusu şöyle: Bir köyde Osman adlı aklı kıt bir genç erkek, çalışırken kendisine su veren köyün en güzel genç kadınına tutulur ve uzaktan genç kadının evini gözetlemeye başlar. Genç kadın bu durumdan rahatsız olup evini gözlememesi için yalvarır ancak Osman yanıt vermez, dikizlemekten de vazgeçmez. Hatta tüm vaktini bu işe adamaya başlar. Bir gün genç kadının evinin yanındaki ağaca gizlice tırmanır, açık perdeden genç kadının çıplak tenini görür. Kıt olan aklını iyice kaybeder ve kendisine tekrar git artık demek için gelen genç kadının boynuna ellerini uzatırken öykü biter. 


Bu hikâyenin seçiminin tamamen tesadüf  olduğu iddia edilebilir elbette. Ancak bu kadar dikkat çekici bir tesadüfün vurgulanması gerektiğini düşünüyorum.  Kendisine neden bu dikizcilik hikayesini seçtiğini sorduğumda - çünkü ben hikayeyi pek sevmemiştim- gergin bir gülmeyle "Çünkü çok güzel." cevabını verdi. 


Yaklaşık on beş yıldır “tek kişilik oyun” türü üzerine çalıştığımı birçok insan bilir. Bu deneyimim bana tek kişilik bir oyunun konusunun oyuncuyla otobiyografik bir ilişkisi olması gerektiğini gösterdi. Yönetmenin ya da yapımcının önermediği, oyuncunun kendi seçtiği ve sahnelemek için istek duyduğu hikayelerde bu mekanizma kendiliğinden gerçekleşir. Ben de bu on beş yıl içinde kendi seçtiğim metinleri bazı oyunculara önerdim. Bu metinlerin hemen hepsinin de kendi ‘meselem’ hakkında olduğunu ya da metinleri bu meselem üzerinden okuyarak sahneye taşıdığımı epey bir süredir fark ediyorum ve bunu her fırsatta anlatıyorum. Eğer yönetmenin önerdiği metinler oyuncuda otobiyografik ya da ruhsal bir karşılık bulmazsa oyun çalışması hemen her zaman seyirci karşısına çıkamadan biter ya da çok zorlanarak seyirci karşısına çıkılsa da kısa sürede ilgisizlikten sonlanır. Ama oyuncu kendi hikayesiyle karakterin hikâyesi arasında bir bağ ya da paralellik kurarsa o oyun seyirci karşısına çıkma aşamasına çok daha kolay gelir. Bu paralellik oyunun “başarı”sını garanti etmez elbette. 'Başarılı' bir reji ve oyunculuk gibi koşulları da vardır.  Ama tek kişilik oyunlardaki bu özellik iyi izleyicilerin ve oyuncuların farkında olduğu bir durumdur. BG'nin bu hikâyeyi sahneye taşıyamamasının sebebi pandeminin başlamasıydı. 2020 Ocak’ta bu metin üzerine Medrese’de benimle on günlük bir çalışma yaptıktan sonra İstanbul’da bir deneme gösterimi yaptı. Bu gösterimden sonra bana attığı mesajdaki bir paragraf yukarıda anlatmaya çalıştığım yorumu daha anlaşılır kılacaktır. 


 “Dramaturji genel olarak işliyor. Karakater ne salt kötüleniyor ne de olumlanıyor. Sonuna kadar karakterin çatışmalı hali götürülüyor. Dramaturjiyle ilgili olarak dikizleme meselesini konuştuk. Aslında o küçük köy yerinde herkes birbirini dikizliyor. Bu adam bunu usüllerin dışında yapıyor. Ve aynı zamanda onunla dalga geçen insanlar da onu dikizliyor. Belki bu gözetleme üzerinden de bir dramaturji geliştirilebilir. Bunun üzerine arkadaşım bir tez gönderdi, onu okuyacağım.” [Vurgular bana ait]


Bu yorumla BG, kafasındaki kurguda herkesi dikizci yaparak dikizlemeyi harcıalem bir olgu haline getiriyor. Üstelik bunu sadece kurgusal dünyasında değil gerçek dünyada da yapıyor. Bana karşı “ifşa”yı başlatmadan kısa bir süre önce, 17 Aralık 2020’de attığı bir twitte online derslerde tüm hocaların dikizcilik yaptığını iddia ediyor:



“Kamusal alanla özel alanın sınırları bulanıklaşıyor. Okuldaki hoca artık öğrencinin yatak odasına geliyor. Ve hiçbir mekanizmayla denetlenmeden o alanı tahakküm altına alıyor. Aileden birinin evde keyfe keder bir otorite kurup alanı yönetmesi gibi.” [Vurgular bana ait.]


 “İfşa” kampanyasının ilk günü de şöyle bir twit atmış benimle ilgili:


“Yine bir alanı tahakkümü altına almaktan geri duramayan bir eğitmen ve yönetmen... Maalesef bir mekan daha elimizden kayıp gitti.” [Vurgular bana ait.]


Bu twitteki soğukkanlılığı ve ruhsuzluğu görmemek mümkün değil. "Ayşe"  pek umurunda değil. Asıl üzüldüğü(!) şey Medrese'nin elinden yitip gitmesi. Bu twitten sonra kimse kalkıp bana bütün bunların "Ayşe"nin çalışmamızdan sonra yaşadığı travmadan kaynaklandığını söylemeye kalkmasın. "Ayşe"nin sahte travmasının asıl kaynağı "Ahmet" takma adlı Bülent Gültekin'den başkası değildir. 


Medrese’yi sapık emellerim için kurduğumu iddia eden Bülent Gültekin, yukarıda da görüldüğü gibi herkesi sapık ilan etme konusunda pek bir hevesli. Bu çirkin söylemini “Ayşe”yi kullanarak haklılaştırıyor ve gördüğüm kadarıyla birçok “aklı başında” insanı da ikna etmiş görünüyor. Dolayısıyla şu soruyu sormaya hakkım olduğunu düşünüyorum: Bülent Gültekin'in patolojik bir dikizci olması, bana ve Medrese'ye karşı giriştiği bu "ifşa" eylemine dair bir şey söylemez mi?




İçindekiler: 

Kapak
1. Giriş
2. "Sahne Sanatlarında Cinsel Taciz” - Röportaj (2. Bölüm)
3. "İfşa"cı Mine Nur Şen ("Ayşe")
4. "İfşa" Kampanyası Sırasında Yapılan Görüşme
5 . Bülent Gültekin ("Ahmet")
6.  “İfşa” Kampanyasına #metoo Diyerek Katılanlar
7.  "İfşa"nın Organizatörleri: Güray Dinçol, Firuze Engin ve Diğerleri
8. “İfşa” Ekibiyle Medrese Arasındaki Yazışmalar Üzerine
9. Erdem Şenocak'ın Rolü
10. Sonsöz
EKLER
Mimesis Dergi’ye Cevap
"Ahmet" Takma Adlı "İfşa"cı Bülent Gültekin Hakkında -2
"Tiyatro Medresesi" İsmine Veda
Bir Takım Olaylar ve Mesajlar
"Ayşe" ve "Ahmet"in Kamp Sonrası Yaptıkları Yorumlar
Tandem Europe
“Basın” Hakkında
Arasöz
SusmaBitsin Platformu' ve 'Feminist Avukatlar'
"Grotowski Workcenter" ve Mario Biagini

Yorumlar