4. "İfşa" Kampanyası Sırasında Yapılan Görüşme


Şubat 2021

“İfşa” kampanyası başladıktan kısa bir süre sonra gazeteci Mutlu Tönbekici benimle bir görüşme yaptı. Bu görüşmenin bağımsız olarak yayınlanmasındansa bu notların içinde yayınlanmasının daha doğru olacağına karar verdim. 


“Mutlu Tönbekici: Size yönelik suçlama metnini aldıktan sonra ne hissettiniz?


Celal Mordeniz: Açık olmam gerekirse birazcık bilinç kaybına yakın bir şey hissettim. Yani kafama balyoz vurulmuş gibiydi bir hafta boyunca. Mektubu cumartesi akşamı aldık. Pazar günü yalnız kalıp biraz düşüncelerimi toplamaya çalışıp defterime bir not aldım: onlara yazılmış bir mektup. Diyorum ki bu mektupta… Burada defterimde hatta bir bakmak istiyorum, aklımdaydı ama şimdi epey zaman geçti. “Mektubunuzu okurken ölmediysem bu bir mucizedir. Çok büyük bir öfke var mektubunuzda. Ve bu öldürücü dozda. Bu size de zarar verir. İddianız parmağınıza görünmezlik yüzüğü takmaya benziyor. Ve sınırsız bir güç veriyor bu size. Bu güç size öfke ve acı veriyor.  Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum gibi. Biliyorsunuz belki hikâyeyi yüzük onu ölümsüzleştirir ama tüm iyi vasıflarını yok edip kendisini kötücül bir yaratığa çevirir. “Ve bu çok korkutucu. Ben bu yüzüğü takıp da öldüreceğiniz canavar değilim. Asıl şimdi büyülenmiş gibi hareket ediyorsunuz.” Çünkü mektupta “Bizi büyülüyor, insanları büyülemeye çalışıyor.” gibi şeyler yazmıştı “Ahmet”. “Ayşe”, sana sürecin her aşamasında açık ve dürüst davrandım. Kontekstin dışından anlatılınca sanki bir canavarla karşılaşmışsın gibi görünüyor. Ama hakikat sadece anlattıklarından ibaret değil. Sana o kadar açık davrandım ki seninle ilk çalışmamızdan sonraki kampta iki kadının yaptırdığım çalışmadan rahatsız olup bunu ifade ettiklerini, çok kötü olduğumu, bu yüzden bir daha oyunculuk atölyesi vermek istemediğimi bile söyledim. Sen ise bir rahatsızlık yaşamadığını, tekrar aynı çalışmayı yapmamızda bir sorun olmadığını söyledin. Yaptığımız çalışmalardan sonra sende açığa çıkan potansiyele, oyunculuk gücüne sen de şahitsin, seni izleyenler de şahit. O çalışmaların pozitif sonuçları yalan ya da büyü değildi. Bunu biliyorum. Bence sen de biliyorsun. Acını dindirecekse -bir acı yaşadığın belli- Şimdiye kadar inşa ettiğim her şeyden vazgeçebilirim ama insanlığımdan vazgeçip canavar olmamı istemeyin benden. Bunu hak etmediğimi düşünüyorum. Evet, ben vazgeçiyorum, eğitmenlik vasfımdan. Çünkü artık beni tanıdığınız üzere istesem bile yapabileceğimi sanmıyorum. Lütfen siz de benim canavar olduğum fikrinizden vazgeçin. Bana ya da benim dışımdaki herkese bunu kabul ettirseniz bile bunun siz dahil kimseye bir faydası olmayacak emin olun.” demişim.


Mutlu Tönbekici: Göndermediniz mi?


Celal Mordeniz: Göndermedim. Yazıp göndermediğim iki mektup daha yazdım. İlk mektupta canavar değilim derken; yazarken ciddi bir kriz yaşadığım “intihar” mektubum dediğim üçüncü mektupta ise canavar olduğumu söyledim. Bu mektuptan bahsedeceksem Erdem ve Nesrin’in gidişlerinden de bahsetmem gerek. Yani mektup geldikten sonra yaşananları biraz anlatmam gerekiyor.


Mutlu Tönbekici: Ben esas bu teknikten bahsetmek istiyorum. Tiyatro dünyasında sizin yaptığınız gibi çalışmalar yapanlar var mı? Bu teknik neden bu kadar rahatsız edici oluyor? Diğer iki oyuncu da dahil olmak üzere. 


Celal Mordeniz: Bu süreçte, "tiyatro dünyasında benzer çalışmalar yapanlar var mı*" sorusunu bir kişi daha sordu. Açıkçası bu soruyla şimdiye kadar pek ilgilenmedim. Ben kendi sezgime, bilgime, yaptığım teorik araştırmalara ve en önemlisi de kendi deneyimime baktım bugüne kadar. Bu konularda birikim sahibi olan ve iyi niyetli bir şekilde tartışmak isteyenlerle tartışmak isterim elbette. Bu tartışmaları sesli ve görüntülü olarak kaydedip yayınlamaya da hazırım. Öncelikle bunu belirtmek isterim.


Eylül 2020’deki temel oyunculuk kampından iki katılımcı “Evet çalışmadan sonra çok iyi tiratlar sergiledik ama bunun bizim gibi temel oyunculuk katılımcılarıyla değil oyunculuk konusunda deneyimli olanlarla yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bizi bu çalışma rahatsız etti.” dediler. Ben de kendilerine asla nezaketsiz davranmadım. Tekrar tekrar özür dileyip bir daha atölye yapmamayı düşündüğümü söyledim. Hatta onlar da “Bu çok ağır bir karar olur. Hem biz hem de diğer arkadaşlar atölyenizden çok faydalandık dediler.”  Ama “Ayşe” ise çalışmalardan ne kadar memnun olduğunu söyledi her seferinde.  Çalışmalardan sonra iki ay boyunca oyun çalışması hakkında yazıştık. Sonra birden nasıl oluyorsa bir saldırgana dönüşüyorum diyeceğim ama kendisi söylüyor mektupta: Önce “Ahmet” kendisine ısrar ediyor bu bir cinsel saldırı diye. Hemen ardından önce Kasım ayında Twitter'da ifşalar gündem oluyor ve birçok insan gibi bu ifşalardan etkileniyor. O sırada küçük jimnastikçi kız çocuklarını istismar eden bir spor doktorunun belgeselini izliyor. (Athlete A, 2020) 7-8 yaşındaki çocuklar. Bu jimnastikçi çocuklarla ve ifşalarla özdeşleşip benim çalışmamın bir cinsel saldırı olduğuna karar verdiğini söylüyor. 


Mutlu Tönbekici: Kaç yaşında?


Celal Mordeniz: Yirminin üstündedir. Tam bilmiyorum. Üniversitede bir bölümü bırakıp başka bir bölüme başlamış. Üniversitede 3 ya da 4. yılında olabilir. Herhalde 22 filandır ya da 23’tür.


Mutlu Tönbekici: Nedir bu teknik Celal Bey?


Öncelikle şunu söyleyerek başlamalıyım. Benim için her çalışma ve her oyuncu ayrı ayrı teknikler gerektirir. Sabit bir teknik olduğuna asla inanmam ve bunu her fırsatta da söylerim. Hatta “Ayşe” ve “Ahmet”in katıldığı kampımın değerlendirme toplantısında uzun uzun bu konudan bahsetmiştim. Yani ben kimseye benim bir tekniğim var demedim, demem. Bazı dramaturjik yaklaşımlarım vardır ve bunların da sürekli esnek olması ve her metin ve oyuncuyla yeniden tanımlanması gerektiğini düşünürüm. Elbette bir takım son derece objektif şeyler vardır. Her oyuncunun bir bedeninin, zihninin, zihniyetinin olması gibi. Bu mekanizmalar her oyuncuda farklılık gösterir ama temelde herkes için aynı olan bazı özellikler vardır. Benim bir yönetmen olarak amacım… mesela yürüyüş konusunu ele alalım. Herkesin ayrı bir yürüyüşü vardır değil mi? Ama bu yürüyüşün denge, kas kullanım mekanizmaları altyapısı herkes için aynıdır. Bu aynı mekanizmalara oyuncuyu yakınlaştırmaya çalışırım ve bundan sonra gerçek farklılıkların ortaya çıkabileceğine inanırım. Eğer bu ortak noktaya yaklaşmadan farklı olmaya çalışırsak. Farklı değil garip olur yürüyüşümüz. Dolaysıyla ben belli bir ‘teknik’le belli bir yürüyüş formuna sokmaya çalışmam oyuncuyu. Temel mekanizma üzerine çalışırım oyuncuyla ve bundan sonra da kendisinin kendi özgün/farklı yürüyüşünü kendisinin fark etmesini beklerim. 


Özelikle Türkiye'de de bu işlerle ilgilenen birçok insan oyunculuğun aslen beden ile ilgili olduğunu evet kabul eder. Ama böyle düşünülse de beden üzerine çalışma bile zihinle yaptırılır çoğunlukla. Yani zihnin kontrolünde. Evet, şimdi şurayı esnetiyoruz, şimdi buramızı açıyoruz vs. gibi çalışmalarla doludur. Ben de yıllarca bu çalışmaları oyuncu olarak da yaptım yönetmen olarak da yaptırdım. Ben bu çalışmaları yapmaktan yaptırmaktan hiç hoşlanmazdım. Hatta gözlemledim ki bu, jimnastiğe benzer, esnetme, ısınma vesaire çalışmalarından kaytaranlar daha yetenekli oyuncular oluyordu. Bu tür çalışmalar aslında beden çalışıyormuş gibi gösterip bilakis bedeni zihnin daha çok tahakkümüne alınmasına yol açan çalışmalardır. 91'de başladım tiyatroya 2005-6’da başladığım doktora tezimin çıkış noktası da buydu. Aynı dönemde tek kişilik oyun üzerine de çalışmaya başlamıştım. Tek kişilik oyunlar beni beden-zihin-zihniyet üzerine daha çok düşünmeye ve çalışmaya yöneltti. Tek kişilik oyun üzerine düşünüp çalıştıkça geliştirmeye çalıştığım kavram “diyalojik tiyatro” kavramı oldu. Oyuncu ile yönetmenin çok güçlü bir diyalog kurması durumunda oyuncunun sahnede seyirciyle diyalog kurabileceğini fark ettim ve bunu kavramsallaştırmaya çalıştım. Ama “Ey seyirci merhaba, hoş geldiniz.” diyaloğundan bahsetmiyorum tabii. Varlığıyla, oyunuyla seyircide, somatik bir ilişki ya da diyalog kurma hissi yaratmasından bahsediyorum. Yoksa orada anlattığı hikâyeden bahsetmiyorum, dans da olabilir bu tabii ki. Dans örneği belki daha açıklayıcı olur. Seyirciyle bir diyalog kurmayı oyuncu ancak ilk çalıştırıcı, ilk seyirci olan yönetmenle ya da metinle diyalojik bir ilişki kurduğunda başarabilir. 


Bu, beden ve oyunculuk yaklaşımımı oluşturan ilk temel kavram. Bir de yine doktora tezimde çalışıp kısaca özetlediğim birtakım hareket teorisyenlerinin yaklaşımlarını ödünç aldım. Bunlar François Delsarte, Rudolf Laban, Emile Dalcroze. Bu isimler, 19'ncu ve 20'nci yüzyılın en önemli hareket teorisyenleri. Ve yavaş yavaş benim için yeni olan bir yaklaşım  geliştirmeye başladım. Delsarte, bedenin merkezleri ile ve bunların şematik derecelendirmeleri ile uğraşıyor. Çok farklı olmakla birlikte Laban’da da bir derecelendirme yaklaşımı vardır. 


Delsarte ölmekte olan yaşlı insanları huzurevlerine gidip, gözlemliyor. Bedenlerinde ne gibi değişimler oluyor acaba diye merak ediyor.  İnsanların ölürken baş parmaklarının içe doğru kıvrıldığını fark ediyor. Baş parmağın şu hareketi yaşam belirtisidir. Hani şu “okey” hareketi var ya. Yaşam termometresi gibi bir ad veriyor baş parmağa.  Zaten biz de hakikaten sevindiğimiz, mutlu ve memnun, yani yaşam dolu olduğumuzda en basitinden bu hareketi sıkça yaparız ya şöyle. Baş parmak dışındaki parmakları kapatıp tek elimizle baş parmağı yukarıya doğru güçlü bir şekilde kaldırmak.  Bu okey anlamına da gelir, iyiyim, hayattayım vesaire. Dediğim gibi ölmekte olan insanların hepsinde bu başparmağın içe doğru kıvrıldığını fark edip burada bir yaşam termometresi var diyor. Bu kadar detaylı çalışan Delsarte, insanda üç tane temel merkez olduğunu da söylüyor. Birincisi vital merkez dediği karın bölgesi ve pelvik bölge, ikincisi moral merkez dediği göğüs bölgesi, üçüncüsü de mental bölge dediği baş bölgesi. Enerji -yogada filan da vardır- bu ilk merkezden doğup yukarıya doğru duygulara, hislere ve en sonunda da düşünceye ve zihniyete doğru form değiştirerek ilerliyor. Ve bu üçlü merkezin yüz bölgesinde de olduğunu söylüyor. Ağız, burun ve gözler olarak üç merkezi olduğunu söylüyor yüzün. Ağız, hem besinlerin alındığı hem de cinselliğin merkezi yüzün. Yani ağız, yüz bölgemizin vital merkezi. Gözünüzün önüne getirin lütfen. Bazı sosyal medya ünlüleri dudaklarını çok hafif aralık ve hafifçe ileri doğru çıkarırlar. Deneyin hemen hissedeceksinizdir.  Bu, bir cinsel açıklık ve arzu hissi verir hemen hem kişinin kendisine hem de onu görene. Düşünsel bir süreç olmadan oluşur bu his. Bir şey söylemesine bile gerek yoktur kişinin? Ya da dudakları sımsıkı kapalı biri birini hayal edin, biraz genelleme olacak ama, bazı köylü kadınlarda vardır bu dudak duruşu ya da bazı çok baskılanmış ya da çevreden tehdit hisseden kadın ya da erkekler dudaklarını sımsıkı kapatırlar. Enteresandır bazen de ekstradan ağzını eliyle de kapatır yani peçeli değilse bile. Dolayısıyla buradaki o cinsel mekanizmayı herkes sezgisel ya da bedensel olarak bilir.  Zihinsel olarak bilmesine gerek yoktur. 


Burun moral merkezdir dedik. İşte, burnu büyük deriz ya. Ya da Cyrano de Bergerac, koca burunlu, klasik bir aşıktır ve koca burun koymuştur ona sembolik olarak Rostand. Göz merkezi vurgulu olduğunda düşünce ifade eder. Göze vurgu yaptığımızda, “Düşünüyor.” denir. Burun merkezim vurgulu olduğunda ukalalık ya da ahlakî üstünlük ima eder. Dudak ağız bölgesi vurgulu olduğunda ise cinsellik ima edilmiş olur. Şimdi Delsarte der ki ve yani birçok gelenek ya da teori de bunu söyler. Enerji buradan doğar.


Mutlu Tönbekici: Pelvik bölgeden.

,

Celal Mordeniz: Pelvik bölgeden evet. Yukarıya doğru çıkar. Ve bu üç merkez eğer dengeli bir şekilde açık değilse, burada birtakım arızalar çıkar insanda. Hep kafaysa, nasıl diyeyim? Yani EQ’su düşmeye, cinselliğinde birtakım arızalar çıkmaya başlar vesaire. Ya da sadece pelvik merkeziyle dolaşan birtakım insanlar vardır değil mi? Korkuturlar hatta insanı. Saldırgan bir tavırları vardır. Ya da iman dolu göğsüm dercesine göğüs aşırı vurgusuyla dolaşan insanları düşünün. Böyle dolananlarda hemen şunu hissederiz, “Bir dakika burada bir rahatsızlık var.”. Bu insanlarla ilişki kurmakta zorlanırız. O insanda bir dengesizlik var deriz. Dolayısıyla bu merkezler çoğu insanın bildiği ama çoğunlukla farkında olmadığı bir durumdur. Şimdi bu bilgi bir kenarda kalsın. 


Bir de yine okuduğum bir kaynak Alexander Löwen, bir terapist ve yazar. Biyoenerjetik diye bir kitabını çalışmıştım. Löwen psikanaliz yapıyor ama Freud ekolünden değil Reich ekolünden. Beden tiplerini anlatıyor. Askı tipi, baston tipi vs. Freud gibi bilinçaltıyla değil bedenle çalışıyor. Tipler, tiplemeler tanımlıyor. Ve masaj yaparak psikanaliz yaptığını anlatıyor bir yerde. Yani diyor ki, ensede ya da sırttaki tutulma ya da kasılma çözülmeden siz istediğiniz kadar sofaya yatırıp konuşturun, yani gitmez oraya takılır kalır travma vs. Hatta birine öyle masaj yaptığında hasta çok güçlü bir şey yaşadığını ve birden çözüldüğünü anlatıyor. Ya da bazı travmaların üst bacağın iç kısmına yerleştiğinden bahsediyor. Ben onun yalancısıyım. Yani şey diye söylemiyorum bunu denedim ya da gördüm diye söylemiyorum. Bu çok etkilemişti beni. Bedenle, düşünce ve ruh arasındaki, hisler arasındaki bu derin ilişkiyi herkes bilir ama bu kadar güçlü, bu kadar değişmeye açık olduğunu orada da gördüm. Bir de yıllardır birçok katılımcıma anlatmış hatta uygulamasını yaptırmışımdır. Benim de gözlemlediğim bir nokta oldu bu çünkü. Fiziksel olarak düşme korkusunun sosyal statüden düşme korkusundan kaynaklandığını, bu tip insanların düşmekten aşırı korktukları için düştüklerinde bedenlerinde çok ciddi yaralanmalar oluştuğunu iddia ediyor. Gerçekten de düşünün ya da hatırlayın bilincini kaybedip bayılarak düşen insanların ya da sarhoş olup bilinci-iradesi yitmiş insanların düştüklerinde bedenlerine çok büyük olasılıkla hiçbir şey olmaz. Ama düşmekten çok korkuyorsak ve düşmeye başlamışsak yaşadığımız panikle muhtemelen bir yerlerimizi kırarız düşünce. Bu da bir kenarda kalsın. 


Kaynaklarımı anlatıyorum. Yani her çalışmamın kaynakları, referansları vardır böyle, hiçbir şeyi kendi kafamdan uydurmadım. Bu kaynaklarımın bir kısmını tezimde de anlattım. Bir kısmını da tezime alamadım. Moshe Feldenkrais mesela. Bütün atölyelerim bu hareket farkındalığı dersleriyle başlar. Feldenkrais, bedensel farkındalığın önemini anlatır. 7'den 77'ye herkesin uygulayabileceği bazı hareket serileri önerir.  Çünkü sırf ayakta durmamızdan dolayı birtakım arızaların baş gösterdiğini ve eğer bunu zamanında fark edip iyileştirmezsek hastanelik bir vakaya dönüşebildiğimizi anlatır. Bir ‘ben’ imgesinin ancak güçlü bir bedensel farkındalıkla olabileceğini söyler. Ve bunun için asla ağır, zorlayıcı hareketler yaptırmaz. Basit, dünyanın en kolay hareketini 20-25 kere tekrar ettirir. Ve çıkan sonuçlar şaşırtıcıdır. Üç sene önce bir katılımcı bu teknik ve sonuçlarından o kadar etkilendi ki “Bu inanılmaz, büyü gibi bir şey.” dediğini hatırlıyorum. Bu yüzden bütün dersleri ve hareketleri ezbere bilmeme rağmen, elimde kitapla yaptırırım ve “Bakın ben bunu kendim uydurmuyorum.” demiş olurum. “Kitapta yazıyor, siz de alın, siz de okuyun, siz de yapın.” derim. Bu teknik de bütün anatomiyle ilişkilendirir düşünceyi ve duyguları, hisleri. “Kaslarımız olmasaydı düşünemezdik.” örneğini verir. 


Şöyle, bir sürü katılımcıma yapmıştım, size de verebilirim örneği. “İçinizden 1'den 10'a kadar sayın.” Benim işaretimle birlikte başlayın ama rakamları içinizden geçirerek değil yani sayarak. “Bittiğinde parmağınızı şıklatın. Başlıyorum.… Tamam, şimdi bu süreyi aşağı yukarı biliyoruz. Şimdi 11'den 20'ye kadar sayacağız. Biraz fazla sürdü değil mi? Matematiksel olarak aynı birimler. Çok basit bir cevap tabii ki. On bir diyorsun, on kere on tekrar ediyorsun ve bunu kaslarına içinden söylüyorsun. O kaslar o sinyalleri gönderiyor. Bunun üzerine çalışıyor ve düşünmenin bile bununla ilintili olduğunu söylüyor. 


Birçok avangart tiyatrocu, deneysel tiyatrocu artık sadece dramaturji, verili koşullar ne diye sormaz, itkileri bulmaya çalışır. İtki dediğimiz şey tartışmalı bir konu. İtki ne? “Eylemin öncesi olan görünmez hareket.” diye tarifler var. Şimdi itkinin ben, omurgadan ve pelvik bölgeden kaynaklandığını keşfettim, deneyimlerimle ve okumalarımla. Yani oradan doğan bir şey. Dolayısıyla eylem de oradan doğuyor. Her türlü düşüncemizin de kaynağı. Eğer burası, pelvik bölge ya da omurga kaskatıysa ya da bozuksa, itkiler ve eylemler bozulmaya ve kötüleşmeye ya da tıkanmaya başlıyor. Yaratıcılığımız düşüyor ve zevk almamaya başlıyoruz aynı zamanda. Omurga da zevk bölgesidir, pelvik bölge de bakın. Yani birçok insanda orgazm omurgada hissedilir der araştırmacılar. O bölgede bir elektriklenme olur. Çünkü bütün kasların, sinirlerin birleştiği yerdir. Dolayısıyla pelvik bölge ve omurga benim itki çalışması için yoğunlaştığım bölgeler. Bu bölgelerle illa temasla çalışma yapılmak zorunda değil. Bazen sadece sözel telkin yeterli olur bazen uzun hareket doğaçlaması yaptırmak yeterlidir. Bazen de temas ederek çalışmak gerekir. 


Neden temas da gerekli, neden hiç dokunmadan çalışmıyorsun diye sorulacaktır. Bilim insanları dokunmanın karşılıklı güven ilişkisini nasıl etkilediğini ölçtükleri deneyler yapmışlar. Dokunmanın iki taraf arasında çok güçlü bir güven ilişkisi kurduğunu fark etmişler. Tersi için de bunu söylemek mümkün. Bazen bir insanla ilgili yargımızdan ancak çok küçük de olsa dokunarak emin olabiliriz. Beynimiz saniyede 40.000 işlem yapabiliyor. Ama öyle ki vücudumuz saniyede 11.000.000 veri alıyor. Hatta şu noktaya gelmiş bir sürü araştırmacı var. “Beden de düşünür.” Ben de bunu araştırıyorum. Sadece zihnimizle değil bedenimizle de düşünmenin yolunu arıyorum ve bunu güvendiğim, buna istekli ve açık bazı insanlarla deniyorum. Bunun gizlisi saklısı da yok. Bu suçlamadan altı ay önce yaptığım röportajda da açıkça anlatıyorum çalışmalarımı. İki taraf da iradesiyle bu çalışmayı yapıyorsa neden sorun olsun? Ayrıca “Ayşe” ile yaptığımız çalışmalardan sonra ortaya çıkan oyun taslağı “Ahmet” tarafından videoya kaydedildi. O videoyu yayınlayabilirler. Video seyredilirse benim niyetimin oyun çıkarmak ve oyuncuyu bir seviyeye getirmek olup olmadığının hemen anlaşılacağını iddia ediyorum. 


Ayrıca insanlar dünyada neler yapıyorlar? Karşıdakinin sürekli onayı varsa neden dokunulamıyor? Bu şekilde bir karşı çıkışın sonuçları üzerine düşünmek gerekiyor. 


Mutlu Tönbekici: Buradaki dokunma, bildiğimiz, ahlâkî dokumalardan farklı olduğu için mi taciz adı altına alındı?


Celal Mordeniz: Ahlâkî dokunma derken?


Mutlu Tönbekici: Bildiğimiz standart.


Celal Mordeniz: Yani bakın, şunu söyleyeyim size, sanat çalışması söz konusu olduğunda standartlarla yapacaksam, yapmam daha iyi. Ben niye standartla çalışayım ki? Standartla çalışsam giderim marangozluk yaparım. İnsanla çalıştığımda ve sanat yaptığımda iki tarafın sınırı dışında bir sınır koyamaz kimse. Karşı taraf da ısrarla sormama rağmen bu sınırı aşmaya sürekli okey diyorsa o sırada ve sonrasında... Bakın ben şunu demiyorum, “Ben yaparım, kimse de bir şey diyemez.” Soruyorum her seferinde. Sonrasında da soruyorum ve kayıtlı bunlar bakın. Yani benim sonradan uydurduğum bir şey değil. Kayıtlar, mesajlar var, duruyor. Ses kayıtları duruyor bu arkadaşların. Bana sınır ihlali, cinsel taciz, cinsel saldırı diye asla hak etmediğim korkunç suçlamalar yöneltiyorlar.  Sonra da hiçbir hukuki süreç başlatmadan, bana en ufak bir söz hakkı tanımadan “ifşa” kampanyası başlatarak tüm hayatımın mahvolmasına sebep oluyorlar. Ayrıca neymiş standart, sınır? Kime göre standart, kime göre hangi sınır? Göz göze gelmek yasak bazı toplumlarda. Bu sınır ihlali söylemi bu şekilde hiçbir sorgulama yapılmadan sanat çalışmasına sokulursa mesela İKSV’de de gösterilen bir dans gösterisine ne diyeceğiz? Gösteri bir kadının bir erkeğe dakikalarca mastürbasyon yapmasıyla başlıyordu. 


Mutlu Tönbekici: Peki burada rızanın inşası diye bir durum var. Yani “Razıydılar, şimdi niye itiraz ediyorlar?” dediğiniz vakit de deniliyor ki “Bir yönetmen oyuncu ilişkisi eşit ilişki değildir. Yönetmen rızayı ufak ufak inşa eder.” Taciz davalarında da karşı tarafın savunusu budur. “Razıydı.” Fakat öbür taraftaki “Ne olup bittiğinin farkında bile değildim. Haberim yoktu, anlamadım. Birden kendimi istemediğim bir durumda buldum.”. Çünkü rızayı kişi, kendi gücü, erki, konumu nedeniyle inşa etmiştir.


Celal Mordeniz: Rıza inşası kavramını açmak gerekiyor. Şimdi bakın bu insanla benim ilişkimde hiyerarşik bir ilişki yok. Nedir hiyerarşik ilişki? Bu insan benim not verdiğim bir öğrencim değil. Böyle bir durumda Şunu diyebilirdi, “Not korkusundan evet dedim ama şimdi o geçti ve…” Bu insan benim çalışanım değil, maaş vermiyorum kendisine. “Aç kalmaktan korktum ve o yüzden evet dedim ama …” diyebilirdi. Ve ben bu insana bu şunu demiş olmuyorum varlığımla, “Bu çalışmayı yapmazsan piyasadan silinirsin.”  Ben tiyatro piyasasında ciddi bir etki gücü olmayan biriyim. İlişkimiz tamamen gönüllülük üzerine kuruluydu. Rahatsız olduğu anda bunu ifade etmesinin önünde hiçbir engel de bulunmuyordu.

 

Yani yetişkin ve son derece aklı başında bir insan, kadın söz konusu burada ve bana kendisi her seferinde talepte bulunuyor çalışma yapmak için. Ben neyin rızasını inşa ediyorum? “Senin ikna gücün var.” deniyor. Benim evet ikna gücüm var, tamam. Olmasında ne sakınca var?  Bu “gücüm” olmasa ben sanat yapamam ki zaten. Bazı çalışmaları paylaşabilmek için, nereye varacağı baştan belli olmayan bazı çalışmalara girebilmek için ikna gücümü hep kullandım elbette ve ikna olmaya da açığım her zaman. 


Benim rızayı inşa etmem mümkün görülecekse sonradan bir taciz suçlaması inşa edildiği ihtimalini de düşünmemiz gerekir. Çünkü kamuoyuna da açtıkları suçlama metnine biraz dikkatli bir gözle bakılırsa bunun somut ipuçları görülebilir. “Ahmet”, çalışma konusunu “Ayşe”yi rahatsız edecek derecede sürekli açıyor kendisine ve bunun bir çalışma değil cinsel taciz ve cinsel saldırı olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Bir kadının kendi yaşadığı deneyimin erkek arkadaşı tarafından ısrarla bu şekilde adlandırılmasının sonuçlarını düşünmek gerekiyor.  Erkek arkadaşı, “Ayşe”yi cinsel taciz ve cinsel saldırı yaşadığına ikna ederek taciz ve saldırı inşa etmiş, “Ayşe”nin geçmişteki olumlu deneyimini bir travmaya dönüştürmüş de diyemez miyiz? Bu olamaz mı? Ayrıca insanlar kötü giden ilişkilerini ve ruh hallerini düzeltmek için ortak düşmanlar da yaratabiliyorlar. Belki de bu da bir sebeptir. 


Önceki Bölüm     Ana Sayfa     Sonraki Bölüm


İçindekiler: 

Kapak
1. Giriş
2. "Sahne Sanatlarında Cinsel Taciz” - Röportaj (2. Bölüm)
3. "İfşa"cı Mine Nur Şen ("Ayşe")
4. "İfşa" Kampanyası Sırasında Yapılan Görüşme
5 . Bülent Gültekin ("Ahmet")
6.  “İfşa” Kampanyasına #metoo Diyerek Katılanlar
7.  "İfşa"nın Organizatörleri: Güray Dinçol, Firuze Engin ve Diğerleri
8. “İfşa” Ekibiyle Medrese Arasındaki Yazışmalar Üzerine
9. Erdem Şenocak'ın Rolü
10. Sonsöz
EKLER
Mimesis Dergi’ye Cevap
"Ahmet" Takma Adlı "İfşa"cı Bülent Gültekin Hakkında -2
"Tiyatro Medresesi" İsmine Veda
Bir Takım Olaylar ve Mesajlar
"Ayşe" ve "Ahmet"in Kamp Sonrası Yaptıkları Yorumlar
Tandem Europe
“Basın” Hakkında
Arasöz
SusmaBitsin Platformu' ve 'Feminist Avukatlar'
"Grotowski Workcenter" ve Mario Biagini



Yorumlar